Zafer TÜZÜN / ÖZEL HABER

DİYARBAKIR - Türkiye’deki tarım alanlarının çoraklaşması, ormanlık ve mera alanlarındaki tür çeşitliliğinin ve doğal yapının bozulması, yanlış arazi kullanımı uygulamalarından kaynaklanan betonlaşma ve toprak kirliliğinin devam ediyor olması, birkaç yüzyıl önce İç Anadolu’yu kaplayan ormanların bugün olmaması yüzünden Türkiye’nin de çölleşme riskinin yüksek olduğunu ortaya koymaktadır.

Günümüz dünyasında bir diğer etken ise, nüfus artışına paralel olarak gıda, toprak ve suya olan talebin daha çok artması, zenginleşmeyle insanların tüketim alışkanlıklarının değişmesi doğal kaynaklar üzerinde baskısı daha çok olmaktadır. Bu da çölleşmenin diğer bir nedenini oluşturmaktadır. Bizde Güneydoğu Ekspres  Gazetesi olarak 17 Haziran “Çölleşme ve Kuraklıkla Mücadele Günü” dolayısıyla Türkiye Erozyonla Mücadele Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı (TEMA) Diyarbakır İl Temsilcisi Prof. Dr. Necmettin Pirinççioğlu, ile bir röportaj gerçekleştirdik.

- Öncelikle bize çölleşmenin tanımını yapabilir misiniz? 

Çölleşme kavramı Birleşmiş Milletler Çölleşme İle Mücadele Sözleşmesi’nde tanımlanmıştır. Çölleşme; kurak, yarı kurak ve kuru alt nemli (az yağışlı) alanlarda, iklim değişiklikleri ve insan faaliyetleri de dahil olmak üzere çeşitli faktörlerden kaynaklanan toprak bozulumudur. Toprak bozulumunu da kısaca toprağın sunduğu ekosistem hizmetlerindeki azalma olarak tanımlayabiliriz. Dünya karasal alanın yüzde 25’ini oluşturan 4 milyar hektar alanı ve geçimi bu alanlara bağlı 1,5 milyar insanın çölleşmeden doğrudan etkileniyor. Her yıl 12 milyon hektar (3 Konya ili büyüklüğünde) tarım arazisi bozuluma uğruyor. Son beş yıldaki gözlemler her yıl ortalama 5,2 milyon hektar (2 Ankara ili büyüklüğünde) orman arazisinin azaldığını gösteriyor.  

- Türkiye’nin iklim koşulları, yer şekilleri, toprak özellikleri, bitki örtüsü ve insan etkileşimi üzerine değerlendirmelerinizi alabilir miyiz? 

Hepimizin bildiği gibi ülkemiz coğrafi konumu gereği Akdeniz çanağı içerisinde iklim değişikliğinden de en çok etkilenecek ülkeler arasında yer alıyor. Topoğrafik yapısı açısından bakıldığında da arazilerin hemen hemen yüzde 92’si ortak yüksek ve dik eğimli arazilerden oluşuyor. Buda özellikle insan etkisi ile üzerindeki bitki örtüsü de tahrip edilen alanlarda erozyon etkisinin artmasına dolayısı ile çölleşmeye neden oluyor. Dolayısıyla arazi kullanımı üzerindeki insan faaliyetleri ile çölleşme arasında bir etkileşim olmak ile birlikte, çölleşme ile insan yaşamı arasında da karşılıklı bir etkileşim söz konusu. Ülkemiz gerek sahip olduğu iklim özellikleri, gerekse topoğrafik yapısı nedeniyle toprakları erozyona karşı hassas olmasının yanında insan faaliyetlerinden kaynaklanan yanlış uygulamalar gibi sebeplerle, çölleşme tehdidi altındadır.  

-Türkiye’de çölleşmenin ana sebebi nelerdir, ülkemiz çölleşme açısından ne durumdadır?

Belirtildiği gibi çölleşme kurak, yarı kurak ve kuru alt nemli alanlardaki toprak bozulumu. Dolayısı ile çölleşme kuraklık alanı içerisine giren bölgelerde iklim ve insan faaliyetleri sonucu meydana gelen her türlü toprak bozulumu çölleşmeye neden oluyor. Ancak çölleşmenin en önemli sebeplerinden biri şüphesiz toprak erozyonudur. Ülkemizi çölleşme riski açısından değerlendirir isek, tanıma uygun iklim bölgesi açısından ülke alanının yüzde 65 kurak yarı kurak ve yarı nemli iklim özelliklerine sahip alanlardan oluşuyor. Bu anlamdan iklimsel bölge açısından bu alanlar doğrudan riskli alanlar grubunda değerlendirilebilir. Bununla birlikte Çölleşme ve Erozyonla Mücadele Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan Çölleşme Risk Haritasına göre ülke topraklarımızın yaklaşık olarak yüzde 20’si zayıf, yüzde 52’si orta ve 19’u yüksek risk grubunda bulunmaktadır.   

- İklim değişikliği nedeniyle küresel ekonomik üretim hızlı bir gerileme gösterecekmiş. Bu durum ülkemizi ve özellikle de Diyarbakır’ı nasıl etkileyecektir?

Daha önce de belirttiğim gibi Türkiye Dünya’da çölleşme riski taşıyan ülkelerin başında yer alırken, maalesef Diyarbakır’ın da içinde bulunduğu Güneydoğu Anadolu Bölgesi Türkiye’de iklim değişikliği ve buna bağlı olarak çölleşmeden en fazla etkilenecek bölge olarak yer almaktadır. Buna yerel faaliyetlerimizden kaynaklı uygulamaları eklesek bu riskin boyutu katlanmaktadır. Bu faaliyetlerin başında aşırı ormansızlaştırma, özellikle yeraltı suların kullanılması sonucu aşırı sulu tarım ve toprağın aşırı gübrelenmesi, meraların aşırı otlanması, kentleşme ve anız yakmalarını örnek verebilirim. Yeraltı suların aşırı tüketilmesi kaynak suları kuruma noktasına getirmiştir. Buna Dicle Nehri’ni besleyen kaynakları örnek verebiliriz. Örneğin Göksu (Çeme-Reşan) çayı bunlardan birisidir.   

- Gelişecek olan kuraklık sonucu insanlar ne yapacak?

Dünyada ve ülkemizde her yıl artan bir nüfus söz konusu ve nüfus arttıkça bu nüfusun ihtiyaç duyduğu gıda miktarı da artıyor. Bununla birlikte kuraklık ile birlikte özellikle tarımsal üretim açısından su varlığındaki azalma ile birlikte iklim değişikliği ve insan etkilerine bağlı çölleşme yani toprak bozulumu ile birlikte tarım üretimde düşüşler olacak. Tarımsal üretimde gelecek on yılda yüzde 2 azalma olacağı öngörülüyor. Bu tüm dünya için artan bir gıda krizi anlamına geliyor. Çölleşmenin, dolayısı ile su ve gıda krizinin sonuçlarını daha bugünden yaşıyoruz. Küresel ölçekte son 20 yılda 10 milyon kişinin çölleşme nedeniyle göç ettiği tahmin ediliyor. 

- Devletin toprağı koruyan politikaları nelerdir ya da buna ilişkin bir çalışması var mı?

Türkiye Birleşmiş Milletler Çölleşme İle Mücadele Sözleşmesi’ne taraf bir ülke olarak çölleşme, arazi tahribatı ve erozyonla mücadele gibi konularda önemli çalışmalar yürütmektedir. Bu kapsamda ÇEM Genel Müdürlüğü’nce hazırlan 2015-2023 yıllarını kapsayan Çölleşme ile Mücadele Ulusal Strateji ve Eylem Planı kapsamında 74 adet eylem belirlenmiştir. Bu kapsamda yapılan çalışmalar da yıllık olarak raporlanmaktadır. Bu konudaki temel politikalar ve hedeflerin başında, erozyona uğrayan toprak miktarının azaltılması, orman varlığının arttırılması ve sürdürülebilir tarım uygulamalarının yaygınlaştırılması, kuraklık yönetimine ilişkin adaptasyon çalışmaları, arazi tahribatının dengelenmesi, iklimde değişikliğine uyum, havza bazlı projeler ile eğitim ve farkındalık çalışmalarına ilişkin birçok çalışmadan bahsedilebilir. Ancak, bu çalışmalar yapılıyorken, özellikle iklim değişikliğine sebep olan kömürlü termik santral gibi yatırımlardan, tarım topraklarının amaç dışı kullanım izinleri ile azalmasına yol açan uygulamalardan, orman ve mera gibi doğal ekosistemlerin bozulmasına ve daralmasına sebep olan çalışmalardan uzak durulması, mevcut yasal düzenleme ve uygulamaların buna göre gerçekleştirilmesi büyük önem taşıyor.

 -Çölleşme ile mücadele etmek ne demektir?

Çölleşme ile mücadele en temelinde öncelikle iklim değişikliği, arazi tahribatı ve toprak bozulumuna sebep olan faaliyetlerden kaçınmayı, buna sebep olan etmenlerle mücadeleyi ve bir şekilde bozuluma uğramış olan arazileri yeniden kazanımını gerektirir. Arazi tahribatının yani çölleşmenin sonucu doğrudan insan refahı ve yaşamını etkilediğinden çölleşme ile mücadele kapsamında gerçekleştirilen ağaçlandırma, mera ıslahı, sürdürülebilir tarım uygulamaları, tahribata uğramış arazilerin rehabilitasyonu doğal varlıkların ve biyolojik çeşitliliği korunması gibi çalışmalar hepimizin görevidir. Bu sorumluluğu sadece bugün için değil, gelecek kuşaklar için de taşıdığımızı unutmamalıyız”

 - Ayrıca söylemek istediğiniz bir şey varsa?

Öncelikle bu röportaja olanak verdiğiniz için teşekkür etmek istiyorum. İklim değişikliği global bir tehdit olup bu tehditte karşı durmak da global olmak zorundadır. Ancak buna güçlü ve dirençli reaksiyon göstermek için yerel ayakların sağlam oluşturulması gerekmektedir. Bunun için de yereldeki yöneticilere, STK’lara, yatırımcılara, basına ve biz bireylere çok önemli bir sorumluklar düşmektedir. Doğrusu soframıza gelen yemeği, demlediğimiz çayı, depomuza koyduğumuz yakıtı ve yaktığımız ampulün doğal varlıklarımıza ne kadar mal olduğunun farkında olmak gerekli ve zorunludur. Bunu da aslında beynimize elektrik, su ve doğal gaz tüketimlerini ölçen sayaçlar gibi doğal varlıklarımızın tüketimini ölçen bir sayaç varmış gibi davranarak hayatımızı idame edersek sürdürülebilir bir yaşam seçmiş oluruz ve gelecek kuşaklara daha yaşanabilir bir dünya sunmuş oluruz. Bu amaçlı TEMA vakfının sunduğu ve üretici ve tüketiciyi buluşturan bir portal var (http://temasta.tarimtema.org). TEMA vakfı olarak ayrıca bir milyona dayanan gönüllüsüyle bu bilinci ülkemizde ve şehrimizde yaymak için yoğun bir çaba sarf ediyoruz. Bu çalışmalardan biri de ülke çapında neredeyse 300 bin civarında çocuğa çeşitli düzeylerde doğa eğitimini veriyoruz. Bu eğitimi Diyarbakır’da çok fazla olmamakla birlikte giderek artan bir düzeyde yaygınlaştırıyoruz. Son olarak yaşanabilir ve sürdürülebilir bir yaşam için sadece doğal varlıklarımıza değil aynı zaman da kültürel mirasımıza da sahip çıkmak için beyinlerimize bir “sayaç” yerleştirmeye başlayalım ve bunu yaygınlaştıralım…

Doğaya karşı sorumlu davranılması gerekir

Sürdürülebilir tarım nasıl olacaktır,  bunun yol ve yöntemi nasıl geliştirilecek? Sürdürülebilir tarım zor ve karmaşık bir olaydır. Üretim faaliyetlerinin tamamı doğal varlıklarımıza bağlıdır. Bunlar da başlıca, toprak, su ve ormanlardır. Bu nedenle bir faaliyetin sürdürülebilir olması, bağlı bulunduğumuz bu doğal varlıklarımızın korunmasından geçer. Bunun en can alıcı noktası besin döngüsünün tepesine kartalın yerine insanın geçmesidir. Dolayısıyla, insandaki doyumsuz açgözlülük doğal varlıklarımıza bağlı sürdürülebilir bir tarımsal yapılanmayı özellikle bölgemizde imkansız kılmıştır. Bunun için, üretim ve tüketim döngüsünde bulunan ve bunu yöneten herkesin bunun farkında olması gerekir.Aslında insanlık tarihi ve mevcut durum bize kötü ve iyi deneyimler sunmaktadır. Buna iki iyi bir kötü deneyim paylaşmak istiyorum. Mevcut durum ile ilgili Filanda’da ormancılık uygulamalarını verebilirim. Bu ülke dünyada keresteciliğe dayalı ürün ihraç eden ülkelerin başında gelmesine rağmen ormanlık alanları artmaktadır. Diğer iyi bir uygulama yaklaşık olarak 600 yıl önce İzlanda’da aşırı otlatma sonucu yok olma tehlikesi yaşayan meraların günümüze verimli ve sürdürülebilir bir şekilde ulaşılması çiftçilerin bir araya gelerek bunu fark etmesi ve önlem olarak çiftçi başına hayvan sınırlamasıyla gerçekleştirilmiştir. Kötü örnek ise yaklaşık 500 yıl önce Sümerlerin tarım uygulamalarını verebiliriz. Biliyorsunuz Sümer medeniyetinin yükselmesinin ana nedenlerin başında büyük miktarda tarım üretimine dayanmıştır. Bu da yüksek verim için toprağın sulanmasıyla gerçekleştirilmiştir. Beli bir süre sonra yanlış sulamadan dolayı verim düşmüş ve artık topraklar tarım yapılmayacak noktaya gelmiştir. Neticede bu da görkemli Sümer uygarlığının sonunu hazırlamıştır.

-Necmettin Pirinççioğlu Kimdir?

1966 Derik’te doğdu. ilk, orta ve lise eğitimimi Derik’te lisans eğitimini İzmir’de Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü’nde 1988’de tamamladı. Lisansüstü eğitimini Birleşik Krallık ‘ta Kent Üniversitesi’nde 1996 tarihinde yaptı. Doktora sonrası araştırmaların bir kısmı için aralıklarla İsveç’te Uppsala Üniversitesi’nde ve Birleşik Krallık’ta Bath Üniversitesi’nde çalıştı. 1998’den beri Dicle Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü’nde tam zamanlı öğretim üyesi olarak çalışmaktayım. 6 Seneden beri TEMA Diyarbakır İl Temsilcisi olarak görev yapmakta olup aynı Vakıf’ta 2 yıl süreyle (Mart 2017-Mart 2019) Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev icra etti. Duygusal biri olup Doğal ve kültürel varlıklarımızın Korunması için “sayaç” taşıyan ve Dansa amatörce tutkusu olan biri.

Editör: TE Bilişim