Yıllar öncesinde Van'ın ilçelerinden birinde belediye başkanı olan bir kişi ile sohbet ediyorduk. Çok genç yaşta nasıl belediye başkanı olduğunu, oldukça gelenekçi olan halkı nasıl ikna ettiğini sordum. Başladı güzel ve esprili bir dil ile anlatmaya… Dedi ki; "Ben propaganda çalışmalarına başladığımda yanımda mutlaka birkaç rûspî (Ak sakalı, sözü dinlenen) ve sözü dinlenen bir imam olurdu. Ben toplananlara bir şeyler anlattıktan sonra her seferinde imama döner sorardım 'ısa nine mela?' (Öyle değil mi hocam?) diye. Mela da sürekli beni onaylardı ve o beni onaylayınca halk da benim her söylediğime inanır onaylardı. Bu şekilde ciddi bir saygı oluştu ve belediye başkanı oldum" dedi.

Bu mesele, yıllardır anlattığım, anlamına çok şey kattığım bir mesele. Bizim gibi geri bırakılmış toplumlarda hep 'melalara' ihtiyaç var. Siz ne kadar önemli şeyler söylerseniz söyleyin eğer o toplumun inandığı kendisini vakfettiği melalar aksini söylüyorsa söyleminizin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

Ya sözünüzü kıymetli ulaştırmak için çok mücadele vereceksiniz, ya da kendinizi o melaların onayına insafına, vicdanına teslim edeceksiniz. Tarih bilginiz biraz varsa bilirsiniz, oldukça seküler ve Avrupai olan Atatürk bile Cumhuriyet'in ilk kuruluşunda gittiği yerlere yanında sarıklı melalar ile birlikte gider, bir dua fotoğrafı çektirirdi. Birazcık onların gücünü bertaraf ettiğinde ise takkiyeleri, zaviyeleri, dini ve şeriatı andıran birçok yeri kapattı. Halifeliği kaldırdı.

Topluma hükmetmek için bir şekilde din şapkasını geçici de olsa takmak zorunda hissetiler. Kenan Evren 12 Eylül Askeri darbesini yaptıktan sonra yüzlerce kişiyi öldürtüp, yüz binlerce kişinin yaşamı ile oynadıktan sonra imam hatipleri açtı ve din derslerini zorunlu hale getirdi. Ataları'nın Dersim'de yaptığı gibi o da genç insanların yaşını büyütüp idam ettirdi. Yaptıkları zulümleri topluma ancak imamlarla, melalarla, şeyhlerle anlatabilirlerdi. O şekilde yaptılar. Sonrasında gelenler de o şekilde yaptı.

Tansu Çiler'den, Demirel'e, Ecevit'en Erbakan'a, Erdoğan'dan Kılıçdaroğlu'na hepsi beli bir süre cemaatlere tarikatlara destek verdi. Hepsi bir kere bile olsa Kuran ile miting meydanlarına çıktı. Hepsinin destekçileri olan tarikatlar cemaatler oldu. Zaman zaman Kürt siyaseti içinde de bu yönde beli girişimler oldu. Birçok isim sırf dindarlık sıfatları ile öne alındı, toplu sivil cumalar da yan yana duruldu. Daha sonra ise 'sivil cuma' namazları sona erdi. O dindarların birçoğu savruldu, başka yerlere gitti. Müteahhitlik işlerine geri döndüler. Bu din siyasetini kim yaparsa yapsın, doğru bulmadığım bir siyaset şeklidir. Sürekli olarak bunları yapanları "Ama toplumun hassasiyetleri var, ona göre davranılması gerekli" diyenler de kangren olmuş bir zihniyetin ürünüdürler.

Şimdi geldiğimiz noktada Ekrem İmamoğlu ile birlikte bu tekrar vücut buluyor. Hazır seçimler de bitmiş rahat rahat eleştirebilirim.

Camiye giderek seçim kampanyasını başlatması, sürekli olarak dini kavramları dilinden düşürmemesi, belediye tesislerinde alkole izin vermeyeceklerini söylemesi, havuzlarda kadın ve erkeklerin ayrı ayrı yerlerde olacaklarını söylemesi, İHH'ya Beylikdüzü Belediye Başkanı iken çok fazla destek verdiğini açıklaması ve en son olarak da İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde göreve başlamadan önce bir imamı çağırıp toplu bir şekilde dua edip bunu medyaya servis etmesi gibi...

Evet, muhalif kesim olarak herkes İmamoğlu'na ciddi destek verdi. Ama eminim bunları yaptığı için değil AK Parti'ye olan kızgınlığından, öfkesinden verdi. AK Parti gitsin de kim gelirse gelsin anlayışı üzerine gelişti bu seçim. Yoksa emin olun İmamoğlu'nun bu yaptıklarının 10 katını zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Partililer yapıyor. Eğer dini cemaatlere destek verilmesi, haremlik, selamlık durumları ve dindar bir yapı intibası arzu ediliyor olunsaydı, zaten bunu çok iyi başaran nur topu gibi bir AK Parti var. Bütün konuşmalarına başlarken "Beni çok seveceksiniz demiştim çünkü ben de sizi çok seviyorum" demesi de Ortadoğu siyaseti ve politikacılarının ortak vurgusudur. Sayın İmamoğlu biz seni sevmek zorunda değiliz, sen de bizi sevmek zorunda değilsin.

Belediye başkanı seçiyoruz diye 'sevişecek' halimiz yok. Sen İstanbul'u yönetmek istiyorsun, temizliğini daha iyi yapmak istiyorsun, çöplerini daha iyi toplamak istiyorsun, ekonomisini daha iyi yapmak istiyorsun, suyunu daha temiz etmek istiyorsun, biz de yapabilir misin yapamaz mısın diye bakıp ya seni seçeceğiz ya da seçmeyeceğiz. Normal demokratik ülkelerde bütün mesele bundan ibarettir. Bir belediye başkan adayı ile seçmen arasında ilanı aşka gerek yoktur.

Taklitlere ne hacet

Erdoğan 2002'de iktidara geldiğinde nasıl bir izlenim verdiyse İmamoğlu da bana şuan o izlenimi veriyor. Kimse kusura bakmasın, benim yeniden din üzerinden siyaset geliştiren bir yapıya ve lidere ihtiyacım yok. Eğer sizlerin ihtiyacı varsa alın güle güle kullanın. Evet, seçim öncesi ben de AK Parti'nin kaybetmesini çok istiyordum. Çünkü topluma AK Parti'nin de kaybedebileceği düşüncesinin geri gelmesi lazımdı. Bunun aracı olarak da CHP ve İmamoğlu iyi bir seçenek oldu.

Bütün muhalefetin birleşmesi ve iktidara bir mesaj vermesi açısından da iyi oldu. Ama İmamoğlu bir Robin Hood falan değil. Topluma gönderilmiş bir kurtarıcı da değil. Her seferinde Karadenizli sünni bir dindar olduğunu özelikle vurguluyor. Yani bu kimlik 17 yıldır zaten her zerremizde hissettiğimiz yaşadığımız bir kimlik. İmamoğlu'nun ortaya koyduğu paradigma ile 17 yıldır ezenlerin ortaya koyduğu paradigma arasında çok fazla fark yok.

Bunlar benim düşüncelerim ve gözlemlerim, katılmak durumunda değilsiniz ve ben bunları yazdım diye İmamoğlu artık İstanbul'da bir seçim de kaybetmeyecek. Ama ölümün vahşetliği karşısında sıtmaya razı olmak uzun vadede intihardan başka bir şey değildir. Ben bu mevcut söylemleri ve paradigması ile İmamoğlu'nun da imkan verilmesi dahilinde 17 yıl sonra bugün ki mevcut iktidar politikalarından bağımsız bir politika ortaya koyamayacağını düşünüyorum. Bugüne kadar çok az yanıldım, ama umarım bu defa kocaman bir yanılgı içerisinde olurum ve bambaşka bir ülkeye doğru gideriz.