Zaman ilerledikçe insan geçmişe daha çok özlem duyuyor. Hele hele yaşadığın memleket Diyarbakır ise bu özlem iki kat daha artıyor.

Kadim bir yer; onlarca medeniyet iz bırakmış çünkü bu kentte. Efsaneler, insanlıklar anlatıla anlatıla devredilmiş kuşaktan kuşağa.

Eskiden komşuluk ilişkileri bir aile gibiydi, akrabalık bağı çok güçlü, arkadaşlık ilişkileri ise bir abi kardeşçesineydi. Sur’un Savaş Mahallesi’nde geçen çocukluk dönemimden hatırlarım. Yan yana dizili avlulu evlerde dış kapılar kilitlenmez; mutfakta annelerin mis kokan yemeklerinden bir tabak mutlaka komşunun sofrasına da misafir olurdu. Babalar, kahvede oyun oynarken akşamları güle eğlene eve gelirdi.

Devir değişti; şimdilerde asilliğini kaybedenler çok.

İnsanlar birbirini görünce hal hatır sormaktan aciz hale geldi!

İki kişi yan yana iken bile sohbet edemez oldu.  

Cep telefonları, bize kalan o güzel memleket mirasın yerini aldı.

Öyle ki memleketin kimi esnafı da bozuldu.

Bir dönem esnafının süte su katmadığı bir memlekette, beyaz eti kırmızı ete karıştırıp hile yapanlar ortaya çıktı.

Nasıl mı?

Bir süre önce Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı ekipler, kentteki 50’den fazla gıda işletmesinde teftişler yaptı. Numuneler özel laboratuarlarda titizlikle incelendi.

Çıkan sonuç oldukça vahim!

Bakanlığın tek tek isim vererek ifşa ettiği Diyarbakır’daki 65 işletme, meğerse kırmızı ete tavuk eti katıyormuş.

Kasap, dönerci, lahmacuncu, çorbacı…

Şimdilerde topu birbirine atanlar var.

Neymiş efendim!

“Kasap kıyma çekerken tortular kalıyormuş; lokantacıların bir günahı yok, sorumlu kasaplar…”

Hadi oradan, vicdansızlar…

Allah’tan hiç mi korkmadınız!