Sersem, uykulu gözlerimi ovuştururken yatağın içinde; buğulu gözlerime yeni göç etmiş kırlangıçların yarı dökülmüş balçıktan yuvaları ilişti. Gelmedikleri gün, başka bahara gelecekler, demiştim. Oysa kaç bahar geçti kırlangıçlar gelmez oldu.

Soğuk bir kış gecesiydi. Üşüyordu bedenim, eldivensiz parmaklarım, çatlayan yüzümle haykırmak istiyordum titrek sesimle. Boğazım düğümlenmiş, içimdeki nefret duygusuyla lanetler yağdırmak istiyordum. İsyan etmek isterdim asiller gibi, yara almış yüreğimle.

Oysa gidenlerin akıbetini hiç düşünmemiştim. Gerçekten onlar mı gelecekti, yoksa başka kırlangıçlar mı gelecekti onların yerine? Onlarla bir bahar ve bir yazı beraber geçirmiştim, onlar evin sakinleri, bense en hırçınıydım. Nasıl da birbirimizden habersiz yaşamıştık.

Onca zaman aramızda gizli bir inatlaşma vardı sanki. Onlar, sabahları cıvıl cıvıl sesleriyle beni uyandıracak, bense karşılığında onlardan kira almayacaktım…

Kahvaltıyı hazırlarken, yaşayacağım günün ağırlığını bedenimde hissetim. Ve düşüncelerimden sıyrıldım. Evin avlusundan sokağa ilk adımı attığımda kafamda yapacağım işleri düşünürken, sokağın caddeye varan ucuna varmıştım bile. Kafamı kaldırdığımda karşıma çıkan surların, bütün ideallerimin önünde birer set gibi durduğu hissine kapıldım...

Çocukken sokağın sonuna geldiğimde karşıma surlar çıkardı ve bütün dünyanın bu surlarla sınırlı olduğunu zannederdim. Surların arkası benim için meçhuldü. Belki bugün için anlamsız, ama o zaman için büyük kaygılar yaşıyordum...

Şimdi benim o zamanki yaşadığım kaygılara gülüyorsunuzdur, ama kendinizi benim o zamanki yerime koymanızı isterdim...

Sonra bir gün tahta bir merdivenden kimsenin olmadığı bir zamanda bizim evin damına çıkmayı başardım, gözlerime inanamıyordum. Surların ötesinde de hayat vardı; evler, ağaçlar, uçuşan kuşlar, insanlar ve dağlar. Demek ki dünyanın sonu surlar değil, dağlarmış! Bu sefer dağların ardı hep meçhuldü; ta ki o dağın da en tepesine çıkıncaya kadar. Oysa Macellan, çoktan dünyanın keşfine çıkmış. Cristof Colomb, Amerika’yı keşfetmiş. Vasgo da Gama, çoktan Ümit Burnu’ndan geçmişti bile…

Aslında benim ne keşiflerle, ne de keşiflerin benimle sorunları vardı. Ben, kendimi keşfetmenin çabasındaydım. Hala kendimi keşfedemedim, kendimi keşfetmem için yine de surlar ve dağlar gibi engeller var, tıpkı çocukken sokağın sonuna vardığımda karşıma çıkan surlar gibi. Ve evin damına çıktığımda karşıma çıkan o dağ gibi. Bazen düşünüyorum da surlar ve dağlar; bir şeylerin arkasındaki var olan şeyleri, olup bitenleri merak etmeme, bunları anlamaya çalışıp çözmeme sebep olduğu gibi; bazen de surlar ve dağlar beynimde sınırlar çizip sorunlar karşısında kendimi zayıf hissetmeme, bütün sorunların surlar ve dağlar gibi aşılmaz ve geçilmez olduğu kaygısı yarattı.

Sizin tarihi bir miras olarak görüp korumak istediğiniz surların altına ben, tonlarca dinamit koyup parçalamak istiyorum. Siz surlara baktığınızda neler hatırlıyorsunuz, hangi duygular yaşıyorsunuz?  Sizi bilmem ama ben külleri hatırlıyorum; ezilmişliği, hor görülmüşlüğü hatırlıyorum. Kaç eve ateş düştü, kaç evin damı kaya parçaları altında ezildi, kaç küle su dökebildik, kaç can o tonlarca ağırlıktaki kayaların altında kalıp öldü, kaçı sakat kaldı?  Cevapları bulamıyorum ama sanırım birilerinin mutluluğu için, birileri hep bedel ödemek zorunda bırakıldı. Artık bedel ödemek değil, bir bahar sabahında kırlangıç sesleriyle uyanmak istiyorum.