Deprem bu kez İzmir’de 6.9 büyüklüğünde salladı bizi. Bir kez daha yüzleştik karşı konulamaz doğa felaketi ile... Bir kez daha enkazlardan umutla canların sağ çıkmasını bekledik. Öncekilerden ders almadığımız için yine sokaklarda, arabalarda, parklarda ve sayılı miktarda çadır veya konteynerlar da aç-açıkta üşüyerek sabahı getirebilmek için dualar ettik. Hem de koronavirüs salgınının yaşandığı bir dönemde. Yine çözüm üretmesi gereken siyasilerin, yöneticilerin aynı nutuklarını dinleyip durduk.

Oysa hepimizin unuttuğu Türkiye'nin deprem kuşağında olduğu gerçeğidir. Birçoğumuz öyle veya böyle deprem gerçeği ile yüzleşti. Yüzleşmeyenlerin de garantisi yok. Bunun kendimden biliyorum. 6 Eylül 1975 yılında rahmetli babam, Diyarbakır'ın Lice ilçesinde deprem olduğunu söyledi. Apar topar Lice'ye gitti. Deprem çok büyüktü. 23 saniye süren sarsıntı da Lice ve birçok köyü yerle bir olmuş, 2 bin 385 kişi ölmüştü. Ölenler arasında dedem, ninem, yengem, kuzenim onlarca akrabam da vardı.

Babam geride kalan bazı akrabalarımı Van’a getirdi. O gün akrabalarımın anlattıklarından depremin boyutlarını ve yaşadıklarını tam olarak algılayamamıştım. Fakat Lice depremini yaşayan arabalarımın, bir yıl sonra 24 Kasım 1976’da merkez üssü Van'ın Çaldıran ilçesi olan ve Çaldıran ile birlikte Muradiye’de de büyük yıkıma neden olan 7.5 büyüklüğündeki deprem esnasında yaşadıkları korkuyu görünce nasıl bir travma geçirdiklerini çok iyi anlamıştım.

Çaldıran ve Muradiye’de 3 bin 840 kişinin ölümüne neden olan depremden 35 yıl sonra Van, 23 Ekim ve 9 Kasım 2011'de 7.2 ve 5.6 ile sallandı. 644 kişi yaşamını yitirdi. Yaşamını yitirenler arasında yıllarca Hürriyet Haber Ajansı’nda birlikte çalıştığım sevgili Sebahattin Yılmaz ve Diyarbakır’dan bildiğim sevgili meslektaşım Cem Emir ile ilk depremden sonra ta Japonya’dan kalkıp yardım için gelen Doktor Atsushi Miyazaki de vardı.

Bildiğim kadarıyla doğal afetlerde doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine ülkemizde acılar paylaşılır, yardım eli uzatılır, dualar edilirdi. En azından ben yaşadığım sürede bunun böyle biliyorum. 2011’deki Van depreminde her nedense bir milliyetçi, ırkçı anlayış başladı. Bu kendini Elazığ, şimdi de İzmir depreminde gösteriyor.

Van depremi yaşandığında kış kıyamet vardı. Ailemden biliyorum, insanlar çok ama çok zor günler geçirdi. O günlerde bir televizyon sunucusunun canlı yayında ‘Herkes haddini bilecek. Yeri geldi mi taş atacaksınız, kuş avlar gibi avlayacaksın sonra yardım isteyeceksin. O polisler hemen yardımına koştu oradakilerin. O taş atanların eli kırılsın' gibi milliyetçi ve ırkçı söylemlerinin ardından bazı yardım kolilerinden taştan, kirli çamaşıra kadar insan onurunu yaralayan malzemeler çıktı.

Elazığ depreminde ise, kentin kime oy verdiği bile önemsiz kaldı. İnsanların ‘Türklüğü, Kürtlüğü’ tartışıldı. 1999 Marmara depremini Gölçek’teki zina artışına, içilen içkiye bağlayan akıl yoksunları, şimdi aynı provokatif yaklaşımı İzmir için ortaya koyuyorlar.

Nasıl bu duruma geldik demiyorum. Çünkü milliyetçilik ve ırkçılık böyle bir şeydir. Topluma ne verirseniz onu alırsınız. İşte bundandır ki, demokrasisi gelişmiş ülkelerde en büyük insanlık suçudur.

-Eğer biz Van depreminin simgesi olan ve enkaz altında omzunda ölen bir kişinin eli bulunan Yunus’un saatler sonra enkaz altında sağ çıkarılmasına sevinip, daha sonra ölmesine üzülmüyorsak;

-Eğer biz İzmir’de Rıza Bey Apartmanı’nın enkazından 17 saat sonra kurtarılan İnci Okan’ın, Ulusal Medikal Kurtarma Ekibi'nden Edanur Doğan’a ‘Abla çok korkuyorum, elimi tutar mısın' sözlerine gözyaşı dökmüyorsak, ülke olarak zaten enkaz altında kalmışız.

Bu arada gazeteci Barış Kaygusuz, bu yıl dünyada aynı büyüklükte 20 deprem olduğunu ve bu depremlerde en büyük can kaybının ülkemizde yaşandığını ortaya koymuş. Neden acaba.

Sevgiyle kalın.