Uzun zamandır görmediğim gazeteci dostum Şükrü Dolaş ile Siverek’te dumanla dolmuş bir kahvede oturmuş hasret gideriyoruz, koyu demli çaylarımızı içerek. Bu kahveye daha çok yaşlılar geliyor. Sabahın erken saatinden akşamın geç vakitlerine kadar oyun oynayıp, sohbet ederek zaman tüketiyorlar. Caddeye açılan ön camekândan başka penceresi bile yok kahvenin. Duvarlar da yaşlılar gibi miadını doldurmuş gün sayıyor.  Sıvası yer yer dökülmüş köhne duvarlar sigara dumanından adeta sararmış durumda.

     İçeride ağır bir koku var. Ağustos sıcağının kavurucu etkisinden kaçan yaşlılar kendini içeri atıp, burada soluklanıyorlar. Sohbetimiz sürerken, kahvenin kapısından bir ihtiyar girdi. Yetmiş beş, seksen yaşlarında hafif kamburu çıkmış, beyaz saçlı, şalvarlı, kısa kollu gömleğinin üzerine koyu renkli kalın bir yelek giymişti... Parmaklarının arasında üç tespih, koltuğunun altında bir poşet vardı. Yamalı yeleği oldukça kirliydi. Doğruca masamıza geldi, selam verdi, arkadaşımla şakalaşarak sohbet etmeye başladı. Bu arada tespihleri masaya bıraktı.  “Bunlar nadide Erzurum taşıdır, hiçbir yerde bulamazsın” dedi arkadaşıma.

     “Bu Zılo Dayı” dedi arkadaşım bizi tanıştırırken. Yaşlı adam yüzüme baktı, “Ona güvenebilir miyim?” diye sordu arkadaşıma. “”Tabi” dedi arkadaşım, “Ben neysem, o da o’dur” dedi. Zılo Dayı gülümsedi. “Zıloyé Hemé Rebé, Ağveren köyünün eski sahibi… Yetmiş iki suçun sabıkalısı…” diye kendini yeniden tanıttı. “Eskiden babamın köyü vardı. Sonra fukara düştük, köy möy kalmadı, bir parça ekmeğe muhtaç olduk…” durdu, soluklandı. Koltuk altındaki poşeti açtı. Poşette tütün ve sigara kâğıdı vardı. Bir tomar kâğıdı parmaklarının arasına aldı, bir tanesini sıyırdı, kopardı. Sonra bir tutam tütün alarak üzerine yerleştirdi, yuvarladı, düzgün olduğundan emin olunca yuvarlanmış kağıdın ucunu diline götürdü. Islattı, yapıştırdı ve sigarayı dudaklarının arasına alarak yaktı.

     “Benim yetmiş iki suçtan sabıkam var… Aklına gelen her suçu işlemişim, yetmiş altı yıllık ömrümün elli beş senesi cezaevlerinde geçti. Önceleri develerle Suriye’ye gidip kaçak eşya getiriyordum. Kumaş, çay, tütün, pilli saatler, naylon çoraplar, kahve, silah, mermi… Aklına ne gelirse, adım kaçakçıya çıktı bir kere, sonra sabıkalarım çoğaldı. Çok arkadaşımı mayınlara kurban verdim. Suriye’de de uzun yıllar hapis yattım…” Yeniden durdu Zılo Dayı. Kolundaki yazı hemen dikkatimi çekti. Dirseğinden el bileğine kadar büyük harflerle “Ah Felek” yazısı vardı. Cezaevinde iğneyle yazdırmıştı bu yazıyı. Arkadaşım güldü, “Hırsızlığı da anlatsana Zılo Dayı” dedi.  Güldü yaşlı adam, yanıma iyice sokuldu. “Yav insanın bahtı bir karardı mı, tam kararıyor biliyon mu? Kapkaranlık, bulutlu gecelerde hırsızlığa çıkardım, bir bakıyordum ki birden ay doğuyordu. Etraf apaydınlık oluyordu. Yani felek benden yana hiç olmadı. Aslında her şeyi mecburiyetten yapıyordum. Bir defasında hırsızlık için bir eve girdim, öyle acım ki, anlatamam. Gözüm bir tencereye takıldı, kapağını açtım içi dolma dolu, kaptım tencereyi çıktım dışarı. Başka hiçbir şey çalmadım.”

     “Zılo Dayı, hiç pişmanlık duymadın mı? Başkasının malını götürürken için yanmadı mı hiç?” diye sordum.

     “Yanmaz olur mu?” dedi. “Hem de nasıl yanıyordu, ama dedim ya hepsi mecburiyetten. Babam yatalaktı, altından alıyordum, iş bulamıyordum, ya ne yapsaydım?” Durdu, gözlerinin içi güldü bu kez, “Bir keresinde Suriye’ye giderken oğlum benden sustalı bıçak istedi… Ben ona ne getirdim biliyor musun? Ucu altınlı kalem getirdim. O, okusun, bana benzemesin diye…”

     Sonra kalktı Zılo Dayı tespihlerini toplayarak, “Ah Felek!” diye iç geçirdi, kendi kendine söylendi. “Asıl adım Zülküf’tür… Gelirsen eve de beklerim. Ellerine dökecek kolonyam bulunur elbet” dedi.

     Arkasından uzun süre baktım, titreyen bacaklarını her atışında, kollarını da uzunca açıyordu. Uzaklaşana kadar kolundaki “Ah felek” yazısını okudum, içim burkularak…