Meta Beyo, oğlu öldürülen, yüreği yaralı bir ana. Siverek’in Kamişek Köyü’nde oturuyordu. Kendi dünyasında mutluydu. Oğulları, kızları, gelinleri, torunları vardı. Diğer köylüler gibi geçimlerini hayvancılıkla sağlıyorlardı. Yüzlerce koyunları, keçileri yayılıyordu evlerinin önünde. Oğulları sırayla çobanlık yapıyordu sürüye. Sürüyü sağmaya kızlarıyla beraber gidiyor, bir ‘berivan’ gibi toprağa çöküyor, sürüyü sağıyordu. Sütten yoğurt, peynir yapıyordu. Bir kısmını kendi ihtiyaçları için kaldırıyor, bir kısmını şehirde satıyorlardı.

Çocuklarını her ana gibi çok severdi Meta Beyo. Her birinin yüreğinde ayrı bir yeri vardı. Elli yaşını geçkindi, ama bir pehlivan gibi güçlü kuvvetli bir kadındı. İri yarıydı. Kocası ondan çok yaşlı, ondan çok zayıf ve cılızdı. Evi çeviren oydu.

Oğlu Halef on altısındaydı. Uzun, selvi boylu, yağız bir delikanlıydı. Yakışıklıydı. O gün sürüye çıkma sırası ondaydı. Çıkınını, matarasını, keçeden yapılma kepeneğini aldı, sürüyü önüne katıp kırlara sürdü.

Acı haber öğleden sonra geldi. Halef vurulmuştu. İyi ama düşmanları yoktu, kimseyle alıp veremedikleri de. Önce inanmadılar, inanmak istemediler, oğlunun cesedi evin avlusuna getirilene, gözleriyle kanlı bedenini görene kadar da inanmamıştı. İşte o zaman günlerce, aylarca, yıllarca sürecek ağıdına, çığlığına başladı ama elden ne gelirdi. Sorulup soruşturuldu, kimin yaptığı öğrenildi. Olay bir kazaydı. Komşularının Halef’le yaşıt, can ciğer arkadaşı yapmıştı. Yeni aldığı tüfeğini ona göstermek isterken kazayla patlamıştı silah. Görgü tanıkları vardı.

Kaza da olsa, bir can yitirilmişti. Meta Beyo’nun yüreğine kor düşmüştü bir kez.

Aşiret toplantı. İleri gelenler, yaşlılar, ‘risipiler’ (aksakallı, bilgeler) kendi aralarında günlerce konuştular ve bir karara vardılar. Halef kazayla vurulmuştu. Vuran çocuk hapisteydi, cezasını çekiyordu, Olay daha fazla büyümemeli, kan davasına dönüşmemeliydi. Vuran çocuğun yetişkin bir kız kardeşi vardı, adı Zin’di. Zin, ölen Halef’in abisine verilecekti. İki genç evlendirilecek, böylece olay tatlıya bağlanacaktı. Yani Halef’e karşılık, onun kan bedeli olarak Zin alınacaktı. Öyle de yapıldı. Risipilerin verdiği karara karşı çıkmak hem günah, hem ayıp sayılırdı. Töre gereği bu karara uymayan taraf göç etmek zorunda kalacaktı.

Zin, sessiz sedasız bir şekilde gelin getirildi.

Her ne kadar gelin olsa da düşmandı. Oğlunu öldüren caninin kız kardeşiydi. Bu nedenle Meta Beyo, Zin’in yüzüne bakmadı, bakamadı. Dünya, gözünde kapkara bir zindandı şimdi. Köyde yürüyemiyor, insan içine çıkamıyordu. Oğlunun intikamı başka türlü alınmalıydı, bu haksızlıktı. Günlerce kocasına, oğullarına demediğini bırakmadı. Onları yerin dibine sokup çıkardı. Sonunda da baktı dediği olmayacak, kimse intikam almayacak, bari bu memleketten uzaklaşayım, gözüm oğlumun anılarıyla dolu bu köyü, bu evleri görmesin, dedi. Sürüler satıldı, kamyon tutuldu, Çukurova’ya göç edildi. Bir gecekonduda üst üste yığıldı eşyalar. O iri yarı pehlivan kadın gitti, sürekli ağlayan, iki büklüm olmuş bedeniyle iyice yıpranan, tükenen canlı bir ceset kaldı geriye.

Oğlu Halef’in öldürülüşünden iki yıl sonra gördüm onu.

Hem onu, hem Zin’i gördüm. Zin iki yıldır anne babasını, kardeşlerini, köyünü görmemiş. İki yıldır Meta Beyo ona düşman gibi bakıyor. Tek kelime konuşmuyor onunla. Her gördüğünde oğlunu anımsıyor çünkü. Kanlar içinde yatan bedenini…

Zin’in bir oğlu olmuş, adını Halef koymuşlar.

Kocaman, kara gözlerini gördüm Zin’in. Karartılmış yaşamının, solmuş umutlarının, yılgın kaderinin izlerini gördüm bakışlarında.

Meta Beyo’nun gözleri ayrı bir dünyaydı. Onda nefret, öfke, acı akıyordu. Zin’in arkasından ‘gavurun kızı!’ diyordu hep. “bana kalsa, bir kaşık suda boğarım bunu’ diyordu. “Ne yapayım, benim çocuklarım bénamustur!”

Meta Beyo’nun yüreğindeki kor ne zaman söner? Kana karşılık berdel yapılan Zin’in karartılan yaşamı aydınlanır mı? Bilemiyorum. Ama bir soru kalbimin çeperlerine çarpıp duruyor hep:

Töreler daha kaç Zin’in yazgısını karartacak.