En son konuştuğumuzda elleri üşüyordu. Kazağının kollarını uzatıp ellerini ısıtmaya çalışıyordu. Zaman zaman da nefesi ile ısıtmaya çalışıyordu. Ama yetmiyordu. Elleri kızarmıştı soğuktan. Bir an için ellerine baktığımı gördü.

O anda çaktırmamaya çalışsa da hafif bir telaşa kapıldı. Hemen gözlerimi sağa sola çevirdim. Konuyu değiştirmek için bir bahane bulmam gerekiyordu. Ama elleri aklımdan çıkmadı. "Ellerini ver ellerimin arasına alayım, nefesimle ısıtayım" demek için yeterince cesaretim yoktu. "Montumu vereyim sıcaktır al ellerini de cebine sok" demek istedim ama ona da cesaretim yoktu.

Ben aslında bakmayın böyle atıp tutuyorum; ama korkağın tekiyim. Onun ne düşündüğüne dair binlerce şey düşünmek zorundayım, neden kendimi buna zorunlu hissediyorum. Neden onun yerine cevaplar üretiyorum ki. Ya benim düşündüğüm şeyleri düşünmüyorsa. Ya ben pısırığın tekiysem. Diye diye kendimi yerken "Biraz yürüyelim mi?" dedi. Tabi ki, nereye istiyorsan oraya yürüyelim.

Yeter ki yürüyelim. Ama senin ellerin üşümesin. Burnunun ucu kızarmasın. Titreme sen esen rüzgardan. Bütün sıcaklığımı sana vereyim içim ısınsın. Ben bütün bunları içimde konuşurken istemsizce ona derin derin baktığımı fark ettim.

Biraz güldü ama soğuktan çok fazla ağzını hareket ettiremiyordu. Nefes nefese kalmıştı. "Sen niye sürekli bana öyle derin derin bakıyorsun, bir şey varsa lütfen söyle" diye elleri ile omuzlarıma dokundu. O dokunuş büyük bir cesaret verdi.

E çünkü... diye başladım ama o kocaman cesaretimin yerinde yine yeller esmeye başladı. Çünkü sen üşüyorsun ve ben rahat edemiyorum.

Ne olursun üşüme, bırak gökyüzü üşüsün, bırak cehennemler üşüsün, ama sen üşüme.