“Şimdi anlıyorumki Çernobil bizleri özgürleştirdi. Özgür olmayı öğrendik”

"Ölüm denen şeyden değil” der Eliot. Ölümün ardında ölüm olmayan şeyden korkuyoruz. Bu tarz bir korku tarihçesidir Çernobil Duası Romanı. Romanın yapısı, terminolojisi, mahiyeti, amacı, retoriği ile ilgili yazılabilecek çok azla şey var ama tüm bu yazılabilir alan, romanın ölüm ardında, ölüm olmayan şeyleri hissettirmiş olması duygusu ile yazılacaktır.

İlk olarak; romanı literatürel anlamda ele alacak olmamdaki gaye, romanın dili ile kurduğum hakikat ilişkisidir. Baudrillard'a göre, modern insan imgelere hapsolmuştur ve gerçekliğe dair bütün okumalarını bu imgeler üzerinden gerçekleştirmektedir. Bu bağlamda dil de, küresel ve kalıcı iletişimin hegemonik fantezisi haline gelmiştir.

Çernobil Duası Romanı, dilin kendisi ile bir ilişki halindedir tüm seyri boyunca. Bir salt aktarım, diyalog projesi olmasının ötesinde, dilin özüne dokunulmamıştır. İmgelere ve sembollere hapsolmuş insanlığa literatürel bir nefes aldırmıştır adeta yazar. Sonrasında bunu romanın anlamı ve mahiyeti itibariyle de yapacaktır. Dolayısıyla romanı okurken, okuduğumuzu görmek içinkendi hayat ve ölüm bilincimiz ile bakarız. Böyle bir bakış biçiminde romandaki kişiler ve hikayeleri ile bilinci kendi üzerimize çekmemiz dildeki sadelik ile sağlanır, çünkü birbirleri ile çarpışmadan bir okun bir yolu göstermesi gibi gösterilir her tanıklık.

Romanın anlam serencamında üç durakta durdum ben. Birinci durağım; tanıklıklarda dile gelen kimlik, aidiyet, tarihsel ve figür kavramlarının yenden inşa süreçleridir. İkinci durağım; 'ölüm olgusu, ölümün kapital sürece nasıl dahil edildiği ve olayı yaşayan insanların ölüm anlatılarının öteki dilinden varoluş biçimiydi. Son durağım ise; romanda geçen 'özgürlük' imgeleriydi.

Tanıklığını aktaran NikolayKalugin'in sonra günün birinde bir Çernobil insanına dönüşüyorsun! Bir hilkat garibesine! Diye veryansın ettiği kısımda, bir Çernobil insanına dönüşmek süreci, Faucoult'un öznel deneyim kavramı ile birlikte ele alınabilir. Bir Çernobil insanına dönüşmek tarihsel, olumsal ve aşılabilir bir süreçtir. Ferda Keskin'in Foucault anlatılarında sıraladığı üzere. Öyle ki, evrensel, zorunlu ve aşılamaz değildir Çernobil insanı. Deneyimlenmiştir, birdenbire kimliğe dönüşmüştür ve bu dönüşüm sürecini kuran tarihsel mekanizmaların birtakım siyasi boyutlar taşıdığı muhakkaktır.

Çernobil insanı, artık bir "Kimliktir” ve bu inşa aşamasının en hafif tahayyüllerindendir zira bir başka tanıklıkta. NikolayProhovıç, "Ancak gündem toplantısında editörlerden birinin de dediği gibi "Aklınızdan çıkarmayın! Şuan ne doktorluk, ne öğretmenlik, ne bilim insanlığı ne de gazetecilik var. Artık hepiniz için geçerli olan tek bir meslek bulunuyor: Sovyet vatandaşlığı." diyecektir.

Foucault'un kimliğin tarihsel inşa sürecini felsefi ve politik mahiyette ele alışındaki sebep, kimliğin sınırlarını, insana getirdiği dayatmaları aşabilmek ise ki öyledir, neredeyse bunu destekler niteliktedir. Lena’nın tanıklığı: "Bizim bir vatanımız vardı artık yok. Kimlerdenim ben? Annem Ukraynalı babam Rus. Kırgızistan’da doğup büyüdüm ve bir tatarla evlendim. Çocuklarım kimlerden? Nedir onların uyruğu? Hepimiz birbirimize karıştık. Kanımız birbirine karıştı. Benim ve çocuklarımın pasaportunda Rus yazıyor ama Rus değiliz ki biz Sovyeliz. Ama benim doğduğum o ülke artık yok. Anavatan diye adlandırdığımız o yer artık yok. Yine bizim anavatanımız olan o yer de artık yok. Biz şu an yarasalar gibiyiz. Beş çocuğum var en büyük oğlum sekizinci sınıfa gidiyor, en küçük kızım anaokulunda. Onları buraya getirdim. Ülkemiz yok ama biz varız." Ülkenin artık olmadığı yerde insanın, hâlâ varoluşu, o sınırların ötesinde bir aidiyetin bu tanıklıkta dile gelişi ve hatta Çernobil'in o ülkenin varlığını aşması tam bir Foucault öğretinin hikayeleşmiş hâlidir.

Sıraladığım üç tanıklıkta da, öznel deneyim sürecinin kimliği inşa edişi mevcuttur. Kimliğin, aidiyetin, acının inşasının tarihsel bağlamı ve bu bağlamın hangi mekanizmalarla sınırı aşacağı, aştığı mevcuttur. Cıoran,“Sadece an içindeki mutlak eser, bizi geçmişin ve geleceğin cesetleri eşliğindeki kendi zamanımıza sahip olma işkencesinden kurtarabilir” der. Foucault'un kimliği zorunluluktan soyutlayış haliyle özdeşleştirilebilir Cıoran’daki an tahayyülü. Zira ülkenin olmadığı yerde Tiz’in hâlâ oluş halı, geçmişin ve geleceğin cesetlerinden kurtulabilmiş bir an da mümkündür. Aynı zamanda bu süreFoucault'ın öznellik kavramıyla da ilişkilidir.Lena,“Ülkemiz kalmadı biz kaldık” dediği noktada kendi varlığıyla bir bilinç ilişkisi kurmuş ve kendi varlığını zihninde temsil etmiştir.

Modern zamanlarda ölüm bireyin üzerine dış dünyadan getirilip bir yaka kartı gibi asılır. Rilke, küçük ölümü eleştirir ve onun üstesinden gelmeye çalışır. İnsan, der bir mektubunda "ölümü sevsin demek istemiyorum ama yine de hayatı öyle cömertçe öyle hesap ve seçim yapmadan sevsin ki, düşünmeden sürekli hayata dahil etsin ölümü, hayatla birlikte sevsin. Hayat üzerindeki muktedir araçlar ölüme de sirayet etmiştir elbette. Ölümün hayattan ayrıştırılmış olma sorunundan daha elzem sorunlar türemiş, ölümün hayat ile birlikte kapitali üretilmiştir. Her kapital gibi öncelikle bir anlam atfedilmiştir ölüm sürecine ki modern insan dünden razıdır ölümün anlamına sığınmaya.

SergeyVasilyeviç; "Hayatını feda eden kişi, kendisini biricik ve varlığı gerekli, yeri doldurulmaz gibi görmüyor. Hayatta bir rolü olması derdinde. O güne dek hiçbir repliği, figüranı olmamış. Bir tema edinememiş, hep arka plandaki rollerde görev almış. Ve şimdi birdenbire hikayedeki ana karakter haline geliyor. Bir fayda sağlama, varlığı anlamlandırma derdinde.

Nedir bizim propagandaların özü? İdeolojimizin özünde ne var? Size ölme fırsatı sunulur, ama böylece anlam kazanır varlığınız, fayda sağlarsınız. Yüceltirler sizi. Bir rol verirler. Ölüme biçilen büyük değer, çünkü ölümün ardından ölümsüz olursunuz." der tanıklığını ifa ederken. Size sunulan ölme fırsatında varlığınızın anlam kazanıyor olması muazzam bir kapital aracıdır. Hayata olan inancınız alınır evvela elinizden. Zira yine başka bir tanıklıkta dendiği üzere: inancınızı kaybettiğinizde, inançsız kaldığınızda bir şeyin parçası olmaktan çıkar, sadece iştirakçisi olursunuz, artık sebebiniz yoktur. Ölüm bir değer iken bir kapitale dönüşmüştür artık. Ölümün kapitale dönüşme süreci aynı zamanda öteki tarafından bir ölüm anlatısı getirmiştir beraberinde ve Foucault'un deyimiyle her anlatı ayrıştırmayı gerçekleştirmek için oluşturulduğundan ölümün ve ölecek olan bireyin ayrıştılışı romandaki elzem hususlar arasındadır.

Holmki sakinlerinden NadejdaBurakova'nın tanıklığı da bu bağlamda ele alınabilir. 'Bazen düşünüyorum da bizim hakkımızda yazmasanız daha iyi olurdu. Bizi bir kenardan gözlemlemeseniz. Daha iyi olurdu bize bir tanı koymasanız. Rad ya fobi ya da her neyse işte, keşke bizi diğer insanlardan ayrıştırmasaydınız. O zaman bizden daha az korkardı insanlar. Bir kanser hastasının evinde de onun korkunç hastalığından bahsedilmez ya hani.. Veyahut ömür boyu hapis cezası almış binran hücresinde kimse zamandan, süreden dem vurmaz ya hani. *’ der Nadejda. ayrıştırılmış olmanın derin hüznüyle. Yazıldığı vakit ölüme bu denki materyal araçlarla yaklaşılması korkunç görünse de yine romanda aktarılan: 'Herkes bir bahane, bir özür üretti kendine. Bir gerekçe. Bunu ben de bizzat deneyimledim. Ve genel olarak anladım ki. hayattaki korkunç şeyler sessizce ve doğal bir şekilde gerçekleşiyor. * ifadeleri, bu ayrıştırma sürecinin ölümü kapitalleştirme sürecine kadar ki yolunun normalliğini gözler önüne seriyor.

Romanın anlam serencamında üçüncü durağım olan özgürlük anlatılan aslında tüm romanın satırlarına yansımıştır. Zira Çernobil tarihi, betimlemeleri, insanların trajedileri, isimleri, hikayeleri.

Nesneleri, mesela bir insanın, dairesini terketmeye mecbur kaldığında söküp götürmek istediği oda kapısı üzerindeki inisiyatifi, giymek isteyip degiyemediği kıyafeti üzerindeki inisiyatifi. Yahut özneler üzerindeki inisiyatifler. Mesela radyasyondan öleceğini bildiği halde kocasına sarılmayı bırakmayan kadının kendi öznesi üzerindeki. Yeni doğan bebeğinin, doğar doğmaz parmak sayısının tam olup olmadığını sayan annenin, bebeğinin bedeni üzerindeki, öleceğini bekleyen birinin kendi bedeni üzerindeki inisiyatifi. Yahut mekan üzerindeki inisiyatifler, mesela yaşlı bir kadının ölümün derin ihtimaline karşın mekanını yada yurdunu terketmek istemeyişindeki inisiyatifi romanda geçen özgürlük anlatılarının satır aralarındandır. NatatyaRoslova'nın; "Bir soru var karşımızda.. Yanıtlamak zorunda olduğumuz bir soru. Kimiz biz? Bu soruyu yanıtlamadan hiçbir şey değişmeyecek. Yaşam bizim için ne anlama geliyor? Özgürlük bizim için ne anlama geliyor? Bizler özgürlüğü ancak hayal edebiliyoruz. Özgür olabilirdik ama özgürleşemedik. Yine başaramadık bunu. Yetmiş yıl boyunca komünizmi inşa ettik, şimdi kapitalizmi inşa ediyoruz, "diye ifade ettiği tanıklığındaki özgürlük anlatısı altı çizilmesi gerekilen satırlarındandır romanın. Altı çizilir fakat farklı okumalara tabi kılınabilir. Baudrıllard'ın içinden her hâlükârda iktidarı çıkarabilmemizin mümkün olmadığı, baskı altında tutmanın hüküm sürdüğü kötümser bir özgürleştirme mantığı şeklinde de okunabilir ki nihayetinde özgürleşen her güç. her söz iktidar sarmalına eklenen yeni bir halka demektir Ona göre. Lâkin Agambenin özgürlüğe atfettiği mânâ ile de okunabilir. Diğer bir taraftan Agamben in iyimserliğin en yüksek noktası diye tanımladığı ‘umutsuz olma cesareti' de romanda özgürlüğe atfedilen satırları bir tür okuma biçimidir. Bir tanıklık ifadesinde geçen; "Şimdi anlıyorum ki Çernobil bizleri özgürleştirdi. Özgür olmayı öğrendik." tam da Agambenın dile getirdiği bir özgürlük tahayyülüdür.