Dağlardan ve nehirlerden uzak yaşamak, sürgün bir yaşam gibi sıkıştırıyor yüreğini… Nar bahçelerinden, incir ağaçlarından, üzüm bağlarından kokular almıyorsun… Tozlu da olsa, taşlı engebeli de olsa; sevdiklerine götürürdü ya bu yollar seni… Ilık soluklara, katıksız dostluklara, canından bir parça olanlara… O canının parçaları birer birer çıkıyorlar bilinmez yolculuklara, bir daha göremiyorsun hiçbirini.

Şafakla doğan güneşte ışıltısını izlediğin aydınlıkları çok özledin… Mavi bulutlar dağılırdı her iç çekişinde. Koşmak isterdin, varmak bir nehrin kenarına… Dizginlerinden kopmuş doru taylar gibi coşarken nehir, sen gözlerin kapalı suların sesiyle tarihin derinliklerine dalar giderdin. Biraz da çocukluğun vardı o derinliklerde. Bir yanın uzayıp giden yonca tarlaları, kırmızı gelincikler, beyaz papatyalar, hayıt, ıtır kokuları… Bir yanın serin bir rüzgar. Steplerden gelen atlı bir gelin alayı takılır gözlerine. Gelinin başı kırmızı tülbentle örtülü, narin bir gelincik gibi, dokunsan ağlayacak. Kadınlar zılgıt çekiyor, sesleri yankılanıyor kulaklarında. Sonra bir avuç buğday, bir avuç kuru üzüm savruluyor gökyüzüne. Bir yumurta, bir bardak hızla vuruluyor taşa, cam parçaları yüreğine batıyor. Uzaklaşıyor atlılar, gelinin hıçkırıkları uzaklaşıyor.

Gözlerin kapalı, uğultuyla akan suyun sesini dinliyorsun….

Kudurgan akıyor nehir, için yanıyor. Ruhunda bir yangın külleniyor. Toprakla sıvalı odalarda kurumaya yüz tutmuş portakal kabuklarını kokluyorsun. İçin dışın portakal kokuyor. Yolu, suyu, elektriği olmayan uzak bir mezrada kış uykusuna dalıyorsun. Dünya, uzay, evren o daracık odaya sıkışıp kalıyor. Uyansan mahşer olacak, uyanmak istemiyorsun….

Biliyorsun, uyansan yonca tarlaları kuruyacak,  gelincikler, papatyalar solacak. Soluksuz kalacaksın. Dumanlar saracak dört bir yanını…

Uyanmak istemiyorsun,

Çok uykun geliyor…