Kandıra F Tipi Cezaevi’nde 30 Ekim 2016'dan beri tutuklu olan HDP eski Milletvekili Gültan Kışanak, aynı hücreyi paylaştığı demans tanısı konan Aysel Tuğluk'un durumuna dikkat çekti. Tuğluk'un yaşamlar ihtiyaçlarının kendilerinin karşıladığını, bir an önce tahliye edilmesi gerektiğini söyleyen Kışanak, Tuğluk’un durumunun tüm siyasi hesaplardan uzak bir şekilde, insani ve vicdani olarak ele alınması ve daha fazla gecikmeden çözüm bulunması gerektiğinin altını çizdi.

Cezaevi koşullarını 12 Eylül sonrası Diyarbakır Cezaevi'nin koşullarıyla karşılaştıran Kışanak, biçim ve yöntem değiştiğini fakat özü itibariyle cezaevlerinde işkencenin devam ettiğini ifade etti.

Bianet’ten Zeynep Kuray’ın sorularını yanıtlayan Kışanak şunları söyledi:

‘ATK RAPORU SİYASALLAŞTIĞININ GÖSTERGESİ’

-Aysel Tuğluk’un da sağlık durumu giderek ağırlaşıyor ama buna rağmen Adli Tıp Kurumu’ndan verilen son raporda ısrarla cezaevinde kalabileceği belirtiliyor. Siz Aysel Hanım’la aynı cezaevinde kalıyorsunuz. Bu raporu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dersim’in bir önceki dönem belediye başkanı Edibe Şahin, ben ve Aysel Tuğluk aynı odada, üç kişilik F Tipi hücrede kalıyoruz. Adli Tıp Kurumu’nun (ATK) son olarak verdiği rapor, bu kurumun ne kadar siyasallaştığının bir göstergesidir. Konusunda uzman hekimler doğal olarak, demansın nasıl bir hastalık olduğunu bilirler. Aysel arkadaşımız için, demans olmadığını, sağlığının yerinde olduğunu söylemiyorlar. Raporun sağlık durumu ile ilgili bölümünde, anlık hatırlamanın, akılda tutmanın, tekrarlamanın, tanımlamanın, muhakeme etmenin, günleri, ayları, sayıları doğru saymanın, saati doğru çizmenin, akışkan bir şekilde konuşmanın, hatırlatma notları olmadan eskiye dair bilgileri hatırlamanın, yani insanın günlük yaşamını idame ettirmek için gerekli olan asgari zihinsel faaliyetlerin tümünün bozuk olduğu konusunda tespitler yer alıyor. Buna rağmen, ‘tek başına cezaevinde yaşamını sürdürebileceği’ kararı veriliyor. Bu çelişkinin nedeni ATK’nin siyasallaşmasıdır.

‘HER TÜRLA YAŞAMSAL İHTİYACINI BİZ KARŞILIYORUZ’

Aysel Tuğluk’un son durumunu aktarabilir misiniz?

Aysel arkadaşımız cezaevinde kalıyor ama öz bakımı, kişisel temizliği, banyosu, kıyafetlerini giyinme, çamaşırlarını yıkama, çayını bardağa doldurup eline verme, yemeğini verme, bulaşıklarını yıkama, aklınıza gelebilecek her türlü yaşamsal ihtiyacını biz karşılıyoruz. Tek başına bu faaliyetlerin hiçbirini yerine getiremiyor.

En basit şeylerden örnek vereyim. Semaverden çayını doldurmak istediğinde, musluğu açık unutup geliyor. Sigara içmek istediğinde eline çakmak veremiyoruz; giysilerini, saçını tutuşturmasından korkuyoruz. Merdivenlerden inerken bir anda basamakları unutarak ayağını düz yerde yürüyormuş gibi attığı için, düşmesin diye merdivenden inip çıkarken kendisine refakat ediyoruz. Tek başına havalandırmaya çıkıp yürüdüğünde kapının sürgüsünü dışardan kapatıyor, sonra içeri gelmek istediğinde sürgüyü nasıl açacağını bilemiyor, bize kapıyı açın diyor.

Pencereyi açıp, sürgünün yerini ve nasıl açması gerektiğini tarif ediyoruz, buna rağmen kapıyı açmayı başarması epeyce zaman alıyor. Bu nedenle havalandırmaya da beraber çıkıyoruz. Kendisine gelen mektupları dahi okuyamıyor. Çünkü zorlanarak da olsa ilk iki, üç kelimeyi okuyor, dördüncü kelimeyi geçtiğinde, öncekileri unuttuğu için cümleyi anlamıyor; mektuplarını biz kendisine okuyoruz. Burada ayrıntısını yazmaya çalışsam sayfalar yetmez.

‘İNSANİ VE VİCDANİ ÇÖZÜM GEREKLİ’

Özet olarak şunu söyleyebilirim, küçük bir çocuktan daha fazla desteğe ihtiyaç duyuyor günlük yaşamını sürdürmek için. Bütün bunları o raporu yazan hekimler de biliyor bence. Demans böyle bir hastalık; önce anlık unutmalar, ardından muhakeme yeteneğinde azalma ve muhakemesini giderek yitirme; beynin sinir sistemini yönetme ve komut vermede işlevini yerine getirmemesi, giderek geçmişi unutma. Aysel arkadaşımızda bütün bu aşamaları birlikte yaşayarak gözlemliyoruz.

Bir an önce dışarı çıkmaz, uygun tedavi, bakım, sosyal iletişim ve psikolojik destek imkanına kavuşamazsa, durumun çok daha kötü olacağını biz de, o raporu veren hekimler de biliyor. Bu durum her şeyden önce insani ve vicdani bir konudur. Herkesin, kamuoyunun, iktidarın, Adalet Bakanlığı’nın, mahkeme heyetinin, ATK’nin Aysel Tuğluk arkadaşımızın durumunu tüm siyasi hesaplardan uzak bir şekilde insani ve vicdani olarak ele alması ve daha fazla gecikmeden çözüm bulması gerekiyor.

‘YALNIZLAŞTIRMA VE RUHSAL ÇÖKERTME PLANLARINA DEVAM’

Daha önce cezaevi tanıklığınız var. 12 Eylül’de işkencelerle gündeme gelen Diyarbakır zindanlarında kaldınız. Dünden bugüne cezaevi koşullarını kıyaslasanız ne derdiniz?

12 Eylül darbesi döneminde Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar dünya cezaevi tarihi açısından özel yere sahip. Bu nedenle birebir kıyaslama doğru olmaz ancak şunu söyleyebilirim: Diyarbakır Cezaevi’nde fiziki şiddet, işkence, insanlık onurunu kırmaya yönelik uygulamalar çok kaba bir şekilde uygulanıyordu. Diyarbakır Cezaevi’nde ağır işkenceler nedeniyle mahpuslar yaşamını yitirdi, sakat kaldı, ruh sağlığı bozuldu. Bugün ise biçim ve yöntem değişmiş, fakat özü itibariyle cezaevlerinde kişinin ruhsal ve bedensel sağlığının bozulmasına yönelik o kadar çok uygulama var ki…

Örneğin güya işkence yasaklanmış ama hasta mahpuslar ölünceye kadar cezaevinde tutuluyor. Her hafta cezaevlerinden tabut çıkıyor. Güya idam cezası kaldırılmış, yerine ‘ağırlaştırılmış müebbet’ cezası getirilmiş. Bu ceza, mahpusun en fazla on metre karelik bir hücrede, ölünceye kadar tek başına kalmasını gerektiriyor.

Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) cezaevleriyle ilgili raporunda, ölünceye kadar dışarı çıkma ihtimali olmayan bir mahpusu yaşama bağlayan hiçbir şey kalmadığını belirterek, ‘ağırlaştırılmış müebbet’ cezaları için bir tahliye tarihi verilmesi ve hücre koşullarının, sosyal iletişim imkanlarının iyileştirilmesi gerektiğini belirtiyor ve Türkiye’nin bu konuda yasal bir düzenleme yapmasını istiyor. Ama iktidar bu raporları görmezden geliyor. Bu nedenle hasta mahpuslara yaklaşım ve ağırlaştırılmış müebbet cezası, adı konmamış idam cezası gibidir. Siyasi mahpusları yalnızlaştırma, ruhsal olarak çökertme politikası da aynen devam ediyor.

‘GARİBE GEZER’İN ÖLÜMÜ’

Diyarbakır Cezaevi’nde Esat Oktay aylarca, aile ve avukat görüşü yaptırmıyordu. Şimdi ise keyfi muamele kalkmış güya; tüm mahpusların aileleri ve avukatlarıyla görüşme hakkı var. Ama siyasi tutuklular ailelerinden, yargılandıkları kentlerden yüzlerce kilometre uzaktaki cezaevlerine konulduğu için yıllarca aileleriyle görüşemeyen binlerce mahpus var. Eskiden en azından yargılama bitip, hüküm kesilmeden kimse, hakkında dava açılan ilden başka bir ile sürgün gönderilmiyordu. Şu anda kendi ilindeki cezaevinde kalan neredeyse hiç siyasi mahpus yok, herkes başka illere sürülmüş durumda.

Garibe Gezer’in yaşamını yitirmesinde, bütün bu sebeplerin de etkili olduğunu bilmek gerekiyor. Garibe’nin ailesi Mardin Dargeçit ilçesindeydi; kendisi ise önce Tarsus, daha sonra Kayseri cezaevlerinde tutulmuş, son olarak da Kocaeli F Tipi’ne sürgün gönderilmişti. Ailesinin ziyarete gelme imkanı yoktu, avukatlarından hukuki destek alamıyordu, tek başına bir hücrede tutuluyordu. Hakkında ağırlaştırılmış müebbet cezası verildiği için tahliyesi yoktu; ‘Şu kadar yıl yatıp çıkacağım’ deme şansı yoktu. Evet, siyasi mahpusun da kağıt üstünde, ‘yaşama hakkı var’ ama bunu her şeye rağmen kendisi ayakta kalarak, direnerek başarmak zorunda.

‘MAHPUSLAR ARASI DAYANIŞMA BİLE YASAKLANIYOR’

Bir iki örnek de hak ve özgürlükler açısından vereyim. Örneğin Diyarbakır Cezaevi’nde, yemek ve çay bile bir işkence aracıydı; Esat Oktay istediği an yemek verilmiyor, su kesiliyor, çay zaten neredeyse yok gibi. Şimdi, siyasi mahpuslar bu konularla gündeme gelmek istemediği için kamuoyu da durumu tam olarak bilmiyor. Ama şunu söyleyebilirim, mahpusların kendi arasındaki dayanışma ‘örgütsel faaliyet’ olarak görüldüğü için engelleniyor. Okuduğun bir kitabı bile aynı cezaevindeki başka bir kişiye veremiyorsun. Mahpuslar arası her türlü giysi, yiyecek, kitap, eşya vb. alışveriş yasak.

Bir bardak sıcak çay içebilmek için, semaver, çay, şeker alacak, elektrik parası ödeyebilecek durumda olman gerekiyor. Telefon, mektup, faks fiyatları ise aldı başını gitti. Kartları bile mektup fiyatına göndermek zorundasın, çünkü ‘kartların arkasına çok yazı yazıyorsunuz, bu kart değil mektup’ diyorlar.

Kısacası, ‘dış dünya ile iletişim var’ deniliyor ancak bu hakları kullanmak ekonomik nedenler ve mahpuslar arası dayanışma yasaklandığı için imkansız hale getiriliyor. Kamuoyu yargıdaki siyasallaşmanın düzeyini de biliyor. Bu nedenle etkili bir hak arama mekanizması yok. Bunu Garibe Gezer’in şahsında bir kez daha yaşadık. Savcılığa başvurulmasına rağmen, işkence iddiaları ile ilgili aylarca soruşturma açılmadı. Garibe yaşamını yitirdikten sonra da, ‘kovuşturmaya yer yok’ kararı verilerek dosya kapatıldı.

Editör: TE Bilişim