Hatırla beni....

Kar üstünde titreyen, kanadı kırık bir serçe aklına geldiğinde hatırla... ama uçmak için yine de çırpınan, yaralı haliyle. Soğuk, bıçak ağzı gibi keskin bir havada. Sisli bir tan vakti, hani kurtların sevdiği dumanlı iklimlerde... hayallerinin en kuytu köşesinde beni canlandır, çaresiz çırpınan serçe gibi ellerimin bağlılığını, gözlerimin buğulu halini ve umutlarımın en tükenmiş zamanını getir gözlerine... yanında olmasam da bil ki bir serçenin kanatlarının kara teğet geçtiği yerde, son çırpınışlarda hep ben hatırlanırım. Ama sen aydınlık iklimlerde getir aklına beni...

Anadolu’da geceler soğuktur kış mevsiminde bilirim...  karanlıktır, ıssızdır. Çaresiz ve terkedilmiş bir kadındır. Yalınayak, çıplak bir çocuktur gece... ürkek bir bakış, korkulu bir yürektir. Bir taşın kucağında donmuş sudur gece... hüzün ise, paylaşılmaz bir acıdır gecede. Kanatır yarasını sevdalı insanların.

Böyle gecelerde ben inleyen şehirlerin yüreğine dalar giderim. Hüzün kanatırken benim de yaramı, şehirli delikanlılar ve şehirli kızlar son uykularındadır. Bütün ihanetler, kıskançlıklar, öç almalar, üç kağıtlar, kötülükler, kalleşlikler ve boğazlamalar hep sokakta kalmıştır. Sokakta kalan mı gerçek hayat, yoksa gece yarısı masum uykular mı? Sonuçsuz ve çaresiz hüzünlenirim. Kanar yaralarım... hep aynı yerde, aynı zamanda ve aynı çıkmazda bir kısır döngüdür yaşadığım...

Sen martıların titremediği iklimlerde hatırla beni...

Denizsiz bir kasabada, yalınayak yürüyüşümü düşün karın üstünde... bütün gölgeler hayallerime teğet geçer. Bütün şiirlerin eksik mısraları tamamlanmıştır. Koku ve korku ve karanlık kar altında kalmıştır. Böyle hatırla beni... denizi hiç görmeyen adamlarla bir kahvede kaçak tütün dumanı solarken, bir umut kırıntısı peşinde koştuğumu unutma. Dost soluklarda ve sıcak tokalaşmalarda, hatır soran sözcüklerin odağına beni koy... “kayıp kentin yakışıklısı” der ya ozan, beni kayıp bir kentin en umutlu, en yakışıklı adamı olarak gör... ve hep hatırla beni...

Hatırla ki, ben en büyük metropolün bütün kahrını çekerken, mesela ite kalka binerken bir körüklü belediye otobüsüne, uyuklarken arka koltukların birinde elimde kitabımla, kalabalık bulvarların çamurlu arka sokaklarında yürürken bata çıka,  kentin kirli havasını çekerken ciğerlerime, sensizliği yaşarken, sinüzitle boğuşurken ve araba egzozlarına ve korna seslerine katlanırken sen yoktun yanımda...

Sen yoktun yanımda...

Ben eski bir otelin köhnemiş odasında soğuktan titrerken... sokaklarda sabahlarken, şehrin bütün pisliklerini yüzüme üflerken cankurtaran ve polis sirenleri, sarhoş naraları ve çocukların ağlayışları burkarken yüreğimi sen yoktun.

Hatırla ki, ne sevinçli günlerimde yanımdaydın, ne hüzünlerimi paylaştın...  

Gittin bir akşam üstü...

Veda bile etmeden. Gittin ve yazmadın bir daha.

Bir daha geri dönmedin... gittiğin akşam şehrin kucağında yapayalnız bıraktın beni...  Ahşap bir binanın nemli ve küflü daracık bir odasında hüzünlerimle baş başa kaldım... gittin, yaralı sevdamla, kanayan sevdamla bir başıma bırakıp beni... gittin, kanayan yanımla kanatıp beni.

Beni duyabiliyor musun?

Kanayan sevdamın acısını hissedebiliyor musun? Hani, “aşk hissetmektir” diyordun, yoksa unuttun mu? Hüzünlerimin çığlığı ömrüme işliyor her gün... duyabiliyor musun?

Duyamıyorsun tabi...

Çünkü bu kez lacivert bir okyanusun sularına kapılıp gittin. 

Yoksun.