Sen hiç sırf sevgiliye benziyor diye birini günlerce takip etmedin değil mi? Yemeğini bir çırpıda ve hem de belki zehir niyetine bitirip ‘aman ha gitmeden bir kez daha görebilir miyim’ heyecanı yaşamadın değil mi? Aslında kime, neyin benziyor onu bile çözmüş değilim. Sadece hissettirmeden öylece takip ediyorum, nedenini bilmeden ve çoğu defa sonucunu düşünmeden bile her an ensemde bir nefes gibi hissediyorum. ‘İhsan bak buradayım dönüyorum.’ Yüzünü görüyorum, belli belirsiz alaycı sıcak bir gülümseme yok olup gidiyor uzaklara, hiç gelmediği yerden kaçarcasına. Çoğu zaman nefes alışını hissediyorum, işte diyorum bu milyonlarca insanın içinde onun nefesi, biliyorum buralarda bir yerde hiç gitmemiş kadar sıcak, hiç gelmemiş kadar ürperten. Gitmemişlik ve gelmemişlik girdabında başım dönerek…

Ya hiç kalbin sızladı mı, durduk yere sızlayıp ‘işte yine o’ dedin mi, sızlamalar anlamsızlaştıkça arttı mı yüreğinde, belki onun gezdiği yerde gezmiştir diye düşünüp tanımadıklarından sordun mu, onu gördünüz mü, o nasıl iyi mi diye cevap alamayacağını bile bile… Çoğu defa yüzüne görmedik, tanımıyoruz diye cevaplar çarptı mı hiç? Sonra içinin burkulmuş kelimeleriyle hiç bilmediğin dualara yerleşti mi kirli yüzün, sıkışmış kelimeleri heceledin mi, günlerce belki bir harf bulursun kendinden diye….

Okuyamadığın kitabı okuyamayacağını bile bile ezberledin mi?

Sakın ha rahatsız ediyorum, ya da edeceğimi sanma, ben hiçbir zaman seni rahatsız edip sana zarar vermek için seni sevmedim. Seni sevdiğim için, mücadele ettim. Senin yokluğunda bile seni hissettim. Oysa benim olmadığını, olamayacağını da biliyorum. Merak etme hiç bir beklentim olmadı, olmayacak da... Sadece ben seni sevmeyi sevdim. Seni sevmenin tadını hiçbir şeyle değişmeyeceğimi haykırıyorum. Bu da sana aptalca gelecek, olsun sevgili; belki de yazıp çizilenlere gülüp geçersin, belki de okumamış kadar ilgisiz, hissiz kalırsın ama yazılıp çizilenler hayatımın gerçeklerini anlatıyor.

Başka gerçekler de vardı sevgim, hasretim… Anlamlar yüklendiğinde güneşin aydınlatmadığı o kadar kuytu köşeler var ki… Bazen kendimi o kuytu köşelere kapatıp, bir film şeridi gözlerimde canlandırıyorum seni… Sen yoksun ya, siyah beyaz bu filmler,

Tüm filmler artık siyah beyaz bir makaranın çeperinde dolanıp duruyor…

Özgürlüğü elinden alınmış bir yerlinin kalp çarpıntısını yitireli nice zaman oldu. Gayrı, seni sevmeyi gökyüzüne asacağım belki, uzamış saçlarımın arasına yerleştirdiğim şiirlerin küfürlerin işgalinde olmasını seyir edeceğim sensiz. Yaşanılmış gerçek aşklar. Oysa biten bir şey yoktu, ortada hayatın yüklemlerindeki yitirilmişlik vardı. Belki de öyle olması gerekiyordu. Olsun var olmak ile yok olmanın arasındaki o ince çizginin arasındaki ölüm olduğunu bilmek hayattaki çizgilerimize daha sağlam basmamızın gerektiğini öğretiyordur. Ölüm, sensizken ömrümü ve hayallerimi meşgul eden en gerçek çirkinlik… Geçmiş tarihlerde ölmeyi arzulayan duygularımızdan sıyrılıp, yaşamın güzel günlerini yaşama arzusunun olduğunu hissetmem ise, yaşamı ne kadar çok sevdiğimi gösteriyor, oysa yüreğimdeki o sıcak sevgi zaman zaman olaylardan etkilendiğimiz veya yaşanılmış olaylar karşısında zayıf kaldığımız için ölüm ile yaşam arasında sıkışıp kalıyorum…

Geçtiğim sokaklarda, oturduğu kafelerde gittiğim her yerde sanki sen varsın, herkes sana benziyor sevgili…

Biliyor musun? O kadar da önemli değildi bırakıp gitmeler...

Arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer…

Dayanılması o kadarda zor değildir…

Büyük ayrılıklar bile, en güzel yerinde başlatılsaydı eğer...

Utanılacak bir şey değildir ağlamak…

Yürekten süzülüp geliyorsa göz yaşı eğer…

Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,

Çalınan birinin kalbiyse eğer…