Taşların, toprağın, doğanın cayır cayır yandığı yaz günlerinde size bir bakır tas dolusu, üzerine bal ya da pekmez dökülmüş kar verildiğini düşünün. Karı kaşıklayıp kıtırkıtır yediğinizde içiniz serinler, ciğeriniz soğur. Ciğerinizi soğutacağınız çok içecek var bugünlerde. Buzlu ayran, soğuk biyan, limonata, meyve suları daha neler neler… Önceleri bu kadar alternatif var mıydı hiç düşündünüz mü? Otuz yıl, kırk yıl, elli yıl öncesine gidelim... Hatta isterseniz 1950’li yılların Siverek’ine gidelim. Elektriğin olmadığı, şehir merkezinin birkaç mahalleden ibaret olduğu, herkesin birbirini yakinen tanıdığı, kadınların mahalle aralarındaki kuyulardan su çektiği, buzdolabının bulunmadığı, yolların toz toprak içinde olduğu Siverek’e…

Geçenlerde Siverekli yaşlı bir bilgeyle oturup sohbet ettim. İso Dayı, bana o günleri anlattı. Yokluk, yoksulluk içinde geçen kentimizin unutulmaya yüz tutmuş yanlarından bahsetti. Elektriğin, televizyonun, buzdolabının olmadığı günlerden konuştu. Hava sıcak olduğundan sözü o günlerin sıcak iklimlerine getirdi. İster istemez kafamı kurcalayan soruyu sordum ona;

 “Dayı, buzdolabı, buzhaneler yokken ne yapıyordunuz? Soğuk bir tas su, ayran içmemek nasıl bir duyguydu? Nasıl dayanıyordunuz?” Gülümsedi, her zamanki gibi bilgece yanıtladı beni;

 “İnsanoğlu her dönemde kendine göre çareler bulur oğul. Elektriğin, buzdolabının, televizyonun, telefonun olmadığı dönemlerde de insanlar mutluydu, dahası mutlu olabilecek kendince yöntemler buldu ve kullandı. Bugün sadece teknoloji biraz gelişmiş o kadar, yoksa insan aynı insan, dünya aynı dünya. Benim çocukluğumun ve ilk gençliğimin Siverek’inde elektrik yoktu. Dolayısıyla buzdolabı ve buzhaneler de yoktu. Ama biz her gün soğuk suyumuzu da, soğuk ayranımızı da kana kana içiyorduk. Nasıl mı bak anlatayım.

O zamanlar Karacadağ’da karlıklar vardı. Dağın kendiliğinden oluşmuş büyük çukurlarını karcılar kışın karla doldurur, üzerini kamyonlar dolusu samanla kapatırlardı. Sonra da köylerin gençlerini oraya toplarlar davul zurna eşliğinde samanın üzerinde halay çekerlerdi. Düşün ki her bir karlık dağın yarısı büyüklüğündeydi. Halay günlerce devam ederdi. Öyle ki, kar iyice sıkışırdı. Kar sıkışınca karlık sahibi bir de samanın üzerini büyük brandalarla kapatırdı. Yaz gelince, etraf cayır cayır yanmaya başlayınca karlıklar açılırdı. Kamyonlar Karacadağ’a dayanır, kazmayla, testereyle kesilen karlar kamyonlara doldurulur şehre getirilirdi. Öyle her karlık sahibi kendisi şehirde karını satamazdı. Bu işin de cambazları vardı. Bu cambazlar bir iki kişiydi. Onların en tanınmışı KoçéÇolax’tı (Çolak Koçali). Koço’nun bir eli çolaktı. Yazın ortasında kar dedin mi, karlama dedin mi KoçéÇolax akla gelirdi. Dükkânının önü ana baba günü olurdu, mahşer gibi iğne atsan yere düşmezdi. Sabahtan akşama kadar gelen gidene kar veya karlama satardı KoçéÇolax. Karlama, bir testereyle traş edilerek tabağa konan ve üzerine bal ya da pekmez bırakılarak yenen bir kar türüydü. İnsanın ciğerini soğuturdu. Bir gün babam bana yirmi beş kuruş verdi, “Git bize kar al,” dedi. Gittim, ortalık yine mahşeri andırıyordu. İnsanların arasından kendimi zar zor KoçéÇolax’a yetiştirdim. Fakat arkadan itenler, bağıranlar, kavga edenler vardı. Uzattığım kaba karı doldurdu elime verdi, o hengâmede parayı veremeden kendimi arkada buldum. Yeniden ona ulaşmam imkânsızdı. Neyse karı aldım, eve geldim. Annem, kar dolu kabı elimden aldı, buz gibi suyumuzu, ayranımızı içtik. Paradan bahsetmedim, cebimde sakladım. Ertesi sabah annem şalvarımı yıkamak için almış, cebimi karıştırırken yirmi beş kuruşu görmüş. Önce beni o sorguladı, ‘Bu parayı nereden getirdin? Kim verdi?’ Savunmaya geçtim tabi ‘Yerde buldum,’ dedim. Babam olayı duyunca bu kez o hiddetle devreye girdi. ‘Nerede buldun? Çabuk söyle!’ diye bağırdı. Ben kıvrandım, babam bağırdı, çağırdı, yetmedi, tekme tokat dövmeye başladı. Sonunda itiraf ettim, ‘Dün kar alırken, parasını veremedim, Bu para o para,’ dedim. Babam kulağımdan tuttuğu gibi beni KoçéÇolax’ın karşısına çıkardı. Durumu ona anlattı, “Bu kebrax dün senden kar aldı, ama parasını vermedi,” dedi. Zor durumda olduğumu ve dayak yediğimi anlayan KoçéÇolax, parayı almadı, babama kızdı, ‘Ben hakkımı helal ediyorum, o parayı da yeğenime ver,” dedi. O böyle söyleyince çok duygulandım. Yaptığımdan utandım. O zamanlar hayat daha güzeldi ve yiğit insanlar çoktu evlat.”

Onu dinlerken ben de bir kez daha eski günlerime gittim. Yaz aylarında buzhanelerden aldığımız buzları mahalle aralarında sattığımız o çilekeş günlere… Talizok kalktığında toz duman içinde kaldığımız o kadim günlere.