Biliyorum, konuşacak çok şeyimiz var, ortada paylaşacak çok şeyimiz var.

Yüreğimden, gücümün yettiği yere kadar sana sesleniyorum Mezopotamya’nın onurlu çiçeği bu gecenin sessizliğinde seninle konuşuyorum.  Tatlı mırıltılar içinde sesiz bir şekilde sana yaklaşıp ve hoş geldin sözcüğüyle karşılıyorum seni, yaşadıklarımızı, yaşanılanlar kolay unutulacak şeyler değildir. İkimizin de bu sevdadan kolay vazgeçemeyeceğimizi tahmin ediyordum.

Bugün sana olan kırgınlığımı, öfkemi, kızgınlığımı rafa kaldırdım, soğuk bir kış günündü yaşadığımız coğrafyayı terk edişin, oysa bugün tüm sıcaklığıyla kavrulan coğrafyaya gelişinin sevincini ve mutluluğunu yaşıyorum tüm benliğimde…

 Her gidişlerinin ardından söylenilecek iki satır vardı boğazımda düğümlenen "mültecidir benim benliğim" ve ilk kez ardından bu cümleyi kullanıyorum sevgili...

Mülteci benlik

Yaşanan afetler, duygusal travmaya sebebiyet vererek kişilerin var olan kurulu düzenlerini alt üst eder. Bu yoğun duygu durumu, kişinin kendisiyle, diğerleriyle ve çevreyle olan bağını koparıp yaşamın anlam ve sürekliliğiyle ilgili bir boşluk yaratır. Duygusal travma olarak adlandırdığımız bu durum her  gidenin yada kaybedilenin ardından yaşanan bir travmadır mültecilik.

Mutluluğumu, sevincimi ve coşkularımı resimlerinle paylaşıyorum.

Bende bıraktığın duygunun üstünü giydiremedim. Gördüğün gibi, sana ve aşkıma asla helal getirmedim. Seni unutmak için sığındığım kelimelerin ihanetini anlatamam. Yeminlerimi Tanrılar anlaşmışçasına red ettiler. Nereden bilebilirdim aslında bedenimin işbirlikçisi olduğunu.

Sen unutulacak kadın değilmişsin.

Görüyorsun işte, aşka ve sana ihanet etmiyorum ben, ki kırgınlığım aşka.

Sen üstüne alma, kelebekler ülkesinden bana kalan bir yaşam tarzıdır kimse anlayamaz benim neler yaşadığımı...

Bir yaz akşamında, güneşin bedenimi yakmasını beklerken yine seni çıkarttı karşıma.

Sen hiç gitmemiştin aslında, yağmurlar, karlar, fırtınalara kopsa da, aşkın hiç yüreğimde gitmedi. Sadece bedenin gitmişti uzaklara, oysa sen hep bendeydin, yanımdaydın, hayalimde düşümde olan bir kelebektin. Aşkı alıp götürdü uzaklara, ben yine Ba-pe-rik siz kaldım bir başıma. Oysa sen kıyamazdın bana, bir gün geleceğini biliyordum. O gün işte geldi. Ve hüzünlerim bitti. Seni Mezopotamya da his etmek, seni Dicle’nin kenarında görmek, ömrüme ömür katacaktır. Orhan Doğan’ın, Ahmed’e Xanê’nin ve Evindar Mem’in komşusu olman, Cudi ve Gabar dağlarında esecek serin esintileri yüzünü okşamalarını his etmek. Beni ölümsüzleştirecek sevgili…

Umudun bittiği, bilgeliğin yeşerdiği yerde, Cizre’de geçen Dicle çayında başlar, asırlardır zümrütten bir ırmak gibi akan Botan'ın serüveni. Ne aşklara konu oldun, ne canlar aldın hırçınlığınla.  Oysa ben ne aşkımdan vaaz geçtim, nede senden.  Aşkın olduğu şehre doğru yollar bitmek bilmiyor. Uzadıkça uzuyor yollar. Cudi'nin eteklerinde kurulmuş aşkın şehrine varmak heyecanlandırır yürekleri. Oysa bu günlerde Cudi ve Gabar şahlandı gelişinle, artık sen varsın bu dağların eteğinde, sen içeceksin Dicle’nin serin sularından, sen selam duracaksın, Orhan Doğan ve Ahmed’e Xani’ye, ve Evîndar Mem’e. Ne zaman senin yüzün gülse, gülsuyu akacak Dicle’ye. Ey onurlu Cudi ve Gabar, ey Mezopotamya’nın onurlu şehri, benden selam söyle yüreğimin kelebeğine, ona iyi bakın, uçmasın baperiğim, yavrularını sarmalasın Botan’da, onu size emanet ediyorum. Sevgili özgürlüğümüzü hayal ediyorum. Hayatla bitmemiş umutlarımız var… Bizi bekleyen yarına umutla bakan çocuklarımız var.