Evimiz kale mahallesinin sur üstü sokağında bin yıllık Silvan Kalesi’nin (8 defa yıkıldığı ve sonra yıkıntıların üzerine inşa edildiğinden şehir kale surlarının üstünde konumlanmış) üstünde surun diğer tarafı ise uçsuz bucaksız kavak  ve meyve ağaçları ile dolu bahçeler vardı. Evimizin hemen altında bize ait olan büyükçe bir bahçe vardı.

Tabi yıllardır halen engelleyemediğimiz, yılların emeği ile yetiştirip güzelleştirmeye çalıştığımız bahçemize, bazı komşularımızın tembelliğinden olsa gerek evinden çöpünü alan komşularımız, çöplerini aşağı doğru yani bahçeye atardı. Babam bu duruma çok öfkelenirdi.

 Tabiî ki ben veya kardeşim bahçede olsaydık, aşağıda onlara başlardık laf saymaya, terbiyesizler çöplerini bahçeye bırakıyorlar. 'Nasıl da pislik içinde kalmış. Şehir merkezinde yaşıyoruz başka şehir yok yok’ Bu sözlere yanıt gecikmezdi: “Ne yapalım yani, çöp kutusu mu var, bir de bu şekilde yağmur suları temizliyor. Abartmayın yaaa.’’

Mahallemizin orta yerinde geldiğimizde dut ağacında sallanırdık. En yakın arkadaşım Abdullah'la, ben, ona "Apo" diyordum. Kızlara hava atardık. O zaman ki duygularımızı şimdiki zamana bakarak kesinlikle ifade edemem.

Sabahları bakkala bazen ben, bazen kardeşim giderdi. İki katlı toprak evimiz aldıklarımızla şenlenir, bir güzel kahvaltı yapardık. O dönemlerde yoksulluk vardı. Babam tekelde işçiydi. Mahallede sadece bir komşumuzda siyah beyaz televizyonu vardı. Cumartesi onlara gider, Türk filmlerini keyifle seyrederdik. Hafta sonları sık sık yabancı kovboy filmlerini izlemek için giderdik. Tabi bazen evin büyük kızı sıkıldığı zamanlarda bizi kovardı. Bizde evden ağlayarak ayrılırdık.

Yine bir hafta sonu babam bahçede çalışırken, ben ve mahalledeki diğer çocuklar televizyonu olan komşumuzun balkonundaki parmaklıkların ardından filim izlediğimiz sırada evin büyük kızı bize bağırarak küfür etti. Küfür sesi bahçede çalışan babama gitti. Babam birden sessizce bahçeden çıkarak evde üstünü değiştirip çarşıya gitti. Eve döndüğünde ise yanında bir adamla ve adamın kucağı dolu, o an anladım ki artık bizimde televizyonumuz var. Babam çarşıya gidip bize televizyon almıştı. Mutluluktan ne yapacağımı bilemeden televizyonu getiren adamı sabırsızlıkla izlemeye koyuldum. Bir an önce açılmasını bekliyorum. Ve nihayet televizyon açıldı. Açılır açılmaz, Muhammet Ali'nin boks maçı vardı. O an içimdeki derin bir boşluğun usulca kapandığını, heyecandan minik yüreğimin atışını duyabiliyordum.  Artık kimse bize küfür edemeyecek. Çünkü bizimde artık televizyonumuz vardı. Babam çok çalışkan bir adamdı, iş dönüşünde hep bahçede çalışırdı. Hep babama hayrandım. Bir gün büyüyüp onun gibi bir adam olmak istiyordum.

Gururlu güzel adamdı babam. Kendisi gibi diğer işçilerin haklarını gözetirdi. Emeğe,  alın terine verdiği önem yüceydi.  Elleri nasırlıydı,  Çok çalışmaktan. Benim de ellerim nasırlı olmasını isterdim o zamanlar.

Her akşam komşulara giderdi. Bizimkiler çay, sohbet, o dönemin siyasetçilerini ve politikacılarını çekiştirirlerdi.

Bir komşu ev yapmak için belediye başvurup ve bir de çalışmaya başladı mı, bütün mahalle ona yardım ederdi. Bir de cenazeler de böyle toplanılır, yemek yapılır, cenaze evine her akşam gidilir, asla o kişiler yalnız bırakılmazdı.

O dönemlerde gurbet, aşk türküleri, şarkıları çok dinlenirdi.

Sinemalarda Türk Filmleri oynardı. Evden kaçıp yazlık sinemalara giderdik.

Yani ben yetmişli ve seksenli yılların o yoksul, yüreği insanlık ve sevgi dolu insanlarını mumla arıyorum. Bu devirde aşklar, sevgiler çok yozlaştı. Çok saygısızca ve seviyesizce yaşanan aşklar, anlamsız şarkılar, önermesi olmayan hayatlar, mutsuz adamlar, kadınlarla dolu bir dünya haline geldik.

Gerçekten adam olmak ve bulmak çok zorlaştı. Diyojen bir gündüz vakti elinde fenerle dolaşıyormuş, biri ona sormuş: Ne yapıyorsun böyle? O şu cevabı vermiş: Adam arıyorum adam. Evet, zaman su gibi akıyor. Aktığı yerleri aşındırarak gidiyor. Ama acı olan aşınmasına izin verdiğimiz yanlarımız en önemli yanlarımız. Galiba gönül gidene ve geçene meylediyor.

Geçmiş ve geçmişe ait olana olan özlemimiz her zaman yüreğimizi ısıtırken, bir de insanın her devirde idealine yerleştirdiği bir rol model vardır. Kimimiz bir lideri, kimi bir tanıdığı, kimi bir film kahramanını kimimiz de anne ve babalarımızı zihnimizde örnek alır, onların yaşadığı gibi onlar gibi olmak isteriz. Ancak belirli bir yaşa gelindiğinde aslında hiçbirimiz o çok sevdiğimiz kişiler de dahil hiç kimse olamadığımızı fark eder, kendin olmakla kafadaki kahraman olmak arasında bir ömür harcadığımızı geç de olsa fark ederiz. Yani zihindeki bu karmaşa hali ruhu bunaltsa da bundan daha güçlü bir karakter çıkarmanın ustalığıyla insan kendi dünyasının kahramanı olabilir elbette. Sanırım bende babam gibi olamadım ama onun ideallerini yaşatabilirim. Elbette onu içimde yaşatmış olacağımın umudu ile. Çünkü özleriz ve böylece hasret gideririz.

Olasılık ve ihtimaller üzerine kurduğumuz yaşantılarımızda bir nebze de olsa mutlu olmak dileğiyle. Herkese sevgi dolu bir dünya dilerken babama ise huzur dolu bir kabir diliyorum. Beni bağışla baba, senin gibi olamadım ama seni içimde huzurla yaşatacağım sevgili babacığım.