Bir atasözümüz var, sanki bugün yaşananları ifade ediyor. ‘Başa gelmeyince bilinmez’ diye. Yani başkasının yaşadığı bir felaket ne kadar acı olursa olsun, başımıza gelmeden gereğini yeterince anlamıyoruz. Olaylar genelde dışarıdan seyreden insanlar için kolay ve önemsiz görünürler. Oysa gerçek öyle değildir. Bugün yaşadıklarımıza baktığımız da öyle olmadığını anlıyoruz.

Çin’de ortaya çıkan ve bize gelmeyene kadar her gün onlarca insanın ölümünü ve yaşanan insanlık dramlarını, vurdum-duymaz bir şekilde izleyenler olduğu gibi ürken, korkan ve ‘ya bizimde başımıza da gelirse’ diyenler de oldu ve nitekim döndü-dolaştı bizim de başımıza geldi.

İlk başlarda işin pek fazla ciddiye almadık. Elbette bunda yöneticilerimizin rahat tavırları ve toplumu alıştıra-alıştıra yaptıkları açıklamalar ile tedbirleri parça-parça yürürlüğe sokmalarının da büyük etkisi oldu. Şimdi her geçen gün bilanço biraz daha ağırlaşıyor. Fakat buna rağmen tedbirler bölük-pörçük alınmaya devam ediliyor. Bunun en önemli nedenleri olarak ülke kaynaklarının yeterli olmaması, siyasilerin geleceklerini düşünmesi ve bu felaket geçtiğinde büyük bir ekonomik çöküntü yaşayıp neredeyse tüm yöneticilerin koltuklarını kaybetme korkusunu baş sıraya koyabiliriz.

Sakın yanlış anlaşılmasın, bunu ayrımcı ve ırkçı bir yaklaşımla söylemiyorum. Kısa bir süre öncesine kadar birçoğumuzun hiçbir şey hissetmeden günlük yaşantımızı sürdürdüğümüz Çin kaynaklı Koronaviris, artık başımıza geldi ve neredeyse nefes aldığımız her saniyede ensemizde duruyor, ne zamana kadar ensemizde durmaya devam edeceğini de bilmiyoruz.

Artık Koronavirüs hayatımızın her anında. Sağlık Bakanlığı’na göre, toplam vaka sayımız 25 bine doğru gidiyor. Kaybettiğimiz insan sayısı ise 500’ü aştı. Yoğun bakım ve entube hasta sayısı da sürekli olarak artıyor. Maalesef bazı bilim insanlarımızı da kaybettik ve 600’ün üzerinde sağlık çalışanımız enfekte olmuş durumda. Ayrıca Türk Tabipler Birliği ile Sağlık Bakanlığı’nın sayıları arasında büyük farklılıklar bulunuyor.

Tüm bu yaşananlara rağmen tedbirleri ağırdan almayı sürdürüyoruz. Son olarak 30 büyükşehir ve 5’de büyükşehir statüsünde olmayan kentimize giriş-çıkışlar ile 20 yaş altındakilere sokağa çıkma yasağı maske ve sosyal mesafe zorunluluğu gibi bazı yeni tedbirler getirildi. Yani süper taşıyıcı denilen yaş grubu ile daha fazla ölümün yaşandığı yaş gurubunun oluşturduğu yaklaşık 33 milyon kişiyi içeri de tutarken, orta grubu ise dışarıda risk altında tutmayı sürdürüyoruz. Bu grup, evde bulunan söz konusu iki grupla her halükarda yan yana geliyor. Yani bir şekilde virüs dışarıdan içeriye girmeyi sürdürüyor. Aslında bu daha büyük sorun oluşturuyor.

Bir de sosyal yardım, banka kredileri, esnaf veya işverenlere destekler var ki sormayın gitsin. Bırakın sosyal mesafeyi, insanlar iç içe hatta nefes nefese ve sanki bu uygulamalar daha fazla insan efekte olsun diye yapılıyor. Neden bu uygulamalar, teknoloji çağında dijital ortamda, ya da temassız yapılmaz. Neden kamu kurumlarında çalışanların güvenliği tam olarak alınmaz. Neden yığılmalar önlenmez. Gerçi bazı yanlışlardan dönüldü, ama yine de bazı uygulamalar devam ediyor. Dolayısıyla tedbirler mutlak suretle toplu alınmalı ve uygulamalar azami temassız sağlanmalı.

Son olarak bir parantez açarak yazımı noktalamak istiyorum. Dışarıda tuttuğumuz bu orta yaş grubunu, genelde hizmet sektöründe yani dolaşanlar ve de fabrikalarda yan yana çalışıp üretenlerden oluşuyor. Bu grup, Türk-İş’e göre, açlık sınırının 2 bin 847 lira, yoksulluk sınırının 7 bin 639 lira olduğu ülkemizde, asgari ücretle geçinmeye çalışan emekçilerdir. Sağlık çalışanları gibi bu gurup da alkışı fazlasıyla hak ediyor, ama yine de belli bir süre herkesin evde kalması gerekiyor.

Sevgiyle kalın.