Madun kavramı, Spivak’ın eleştirel çalışmaları ve Derrida’nın bu husustaki fikirlerine atıfla yazdığı “Madun Konuşabilir mi?” makalesiyle disiplinlerarası bir üne kavuşmuştur.

Spivak, ince bir kitap halini alan tebliğinde; “Annemin teyzesinin, antiemperyalist bir gruba üye olduğu için 1926’da on yedi yaşındayken kendisini astığını öğrendim. Başkasını öldüremiyordu, o da kendisini öldürdü. Fakat kendisini asmadan önce adet görene kadar dört gün beklemişti, böylece insanlar onun kendisini gayri meşru bir hamilelik nedeniyle öldüğünü düşünmeyecekti.” der ve  kendini öldüren bu kadının gerçekleştirdiği eylemle kadınların sadece erkeklere ait olmadığını söylemek istediğini ekler. Bu madunluk durumunda sesi, sözü elinden alınmış olanın, özne oluş süreci ve sözünü bedeniyle söylemesi özellikle de intihar sebebinin hamilelik nedeniyle olmadığını ispatlamak için beklemesi, oldukça önemlidir zira bu kadın (Bhubaneswari) eğer bir erkek olsaydı direk kendisini öldürebilirdi. Ancak o bir kadındı, kendini hemen öldürememişti. Ölmek için regl dönemini beklemek zorunda hissetmişti. Hamile olmadığını, bir namus meselesi nedeniyle kendini öldürmediğini göstermenin ihtiyacını hissetmişti. Buna rağmen adetini kullanarak ölümü üzerinden bir söylem inşa etmeye çabalamış bu kadını toplum duymamıştı.

Spivak makalesinde bu kadını konuşmayan madunun ya da konuşamamanın genelleştirilebilen bir örneği olarak sunmamıştı. Onun kendisini duyurmaya çalıştığını ama başaramadığını dile getiriyordu. Söylemeye çalıştığı şey, direniş için geçerli bir kurumsal arka plan olmadığında, direnişin farkına varılamadığıydı. Özetle bu durum, madunun konuşamaması değil 'duyulamamasıydı.' Post kolonyal entellektüel, tarihi olarak dilsizleştirilmiş madun özne ile (onu dinlemek ya da onun adına konuşmak yerine) konuşmayı öğrenmek için çabalarken, sistematik olarak, ötekileştirmeye ve madun kılma çabasına dair öğrenmiş olduklarını geri sarar.

Spivak, madun ve öteki öznelerin tekil deneyimlerini dikkate alarak entelektüel mülahazaların homojenleştirici temsillerine karşı eleştirel tavrını sergiler. Türkiye’de de ana akım entelektüel zemin, öteki'nin  (madun öznenin) deneyimlerini farklılıklara indirgeyerek ‘homojen bir kimlik’ anlatısını kuramsallaştırır. Homojen kimlik kamusal alanda sesi duyulamayan bir topluluktur. Daima o homojenliğin dışında onun sesini duyuracak bir temsilciye ihtiyaç duyar. Dolayısıyla birinin kendisini kolektif olarak temsil etmesi demek, kamusal alanda olması demektir. Eğer, madunu sabırlı bir şekilde dinleyip ona kendisini kamuda temsil etme yöntemi öğretilemezse, madun madunlukta, kendini temsil edemeden, temsil edilmeye muhtaç olarak ölecektir.