Yaşamla ölüm arasında ince bir çizgi vardır. Bazen yaşamak istersin, bazen de ölmek. Ama hayat her defasında insanı hazırlıksız yakalar. Yaşamak istediğinde ölüm kapına dayanır, ölmek istediğinde ise yaşam.

Önemli olan, hayatı ne kadar yaşadığın değil; nasıl yaşadığındır. Bazen insanı hayatta yaşama arzusuyla bir bütün olarak tutan dostlar ve sevilenler vardır. Bazen de ikiyüzlü insanlar devreye girip hayatı zehir zemberek ederler insanlar için. Yapmak gereken tek şey insanları kendimize engel olarak görmeden, hayatın tadını çıkarmak olacaktır. Yoksa hiçbir yere varamayız. İnsanı ayakta bir diğer unsurda insanı bambaşka yerlere sürükleyen insanın sevdiğidir. Onsuz tek bir anınız olsun istemezsiniz.

Onunla birlikte hayatı sever ve çevrenizdekiler tarafından sevilirsiniz. Burada en önemlisi sizi taşıyabilecek, sevginize ihanet etmeyecek birini bulmak olacaktır. Balzac’ın bir sözü var. ‘Ne yaparsan yap, nasıl yaşarsan yaşa; ama gülebilmek için birini ağlatma ve çıkarların için hiç kimseyi satma.’

Kendi çıkarlarımız için başkalarını sattığımızda işte o zaman insanlığımızdan çok şey kaybederiz. İnsanlığımızı kaybettiğimiz zaman ise kendimizi kaybederiz. Zaten kendimizi kaybettikten sonra geriye kocaman bir sıfırdan başka hiçbir şey kalmaz. İnsanoğlu aç gözlüdür; neye sahip olursa olsun her zaman daha fazlasını ister ama her şeye sahip olmak mümkün değil.

Çünkü gökyüzündeki yıldızların hepsini isteyemeyiz, istesek bile elde etmek zaten imkansız. Zihnimizdeki savaşı bitirmediğimiz sürece barış dolu bir hayatta yaşamanızın keyifsizliğini düşünür müsünüz? Işıltının hiç ara vermeden size oyunlar oynadığı bir evrenin saklı gizli yerlerinden göz kırpan bir hayat hiç de fena olmazdı. Yine zihnimizi kurcalayan bir sürü soru ve ünlem işaretleri. Yine içinden çıkamadığımız bitiremediğimiz bir düşünce savaşı… Yaşam… İnsan Ömrü… Son…

Gelgitler arasında kalmak ve düşüncelerimize yön veren hayata tutunmak. Ne yaparsak yapalım, hayatı nasıl yaşarsak yaşayalım; gittikten sonra geride bizi hatırlatacak bıraktığımız eserler olacaktır. Ağaçlar yaprakların göz sularıyla sulanmış adeta. Bulutlar eski bir mekana yol açmış göç eden kuşlar misali içimizde. Susan dillerimiz değil susan gönüllerimiz olur çoğu kez. Bu defa da öyle olduğu aşikar. Hayat susmaların içinde sessiz bir sinema gibi akıp gidiyor.

Her yol ayrımında birini kaybediyoruz. Oysaki diller dile geldikçe aşkları, sevdaları ve hayatı yaşıyoruz. Özgürlüğün insan hayatının en değerli değeri olduğunu bilirsiniz. Birincil ilişkileri boğucu algısının üzerimize geldiği anların etkisinden kaçıp kurtulmak isteriz çoğu zaman. Pek çok kere teslim de oluruz kurtulmak isterken. Bağımlı olmaya can atarız adeta. Oysa bağlılık ne kadar farklıdır bağımlılıktan değil mi? Sevgi diye aldandığımız yanılsamalı sahnelerde bir aşağı bir yukarı koşarız.

Ulaşmış olduğumuzu düşündüren rahatlık omuzlara ve tüm bedene çökünce oturduğumuz yerden kalkamayız. İyi de üşüyen rüzgar soğuk, üşümeyen için değildir mesela! Her şeyin derecelendiği bir dünyada insanın durumu gitgide zorlanıyor. Sığ, menfaat duygularının sarıp sarmaladığı ilişki biçimlerinden kusmak üzereyim.

Masalların mutlu biten sonlarında çıkılan kerevete çıkacağız bu gidişle. Kerevet dedimse böyle devasa göğe yükselmeler filan algılanmasın, altı üstü yerden biraz yüksek bir zemin hepsi o kadar. Çok iyi algılayıp denediğim şey ise; Bağımlılıktan uzak ve kendi dışında başka insanlara güvenmenin yürekliliğini taşıyan güçlü, sıra dışı bir öyküdür yaşam…

Ne olursa olsun hayattan ümidimizi kesmeden, umudumuzu yitirmeden yaşamalıyız; yaşarken de yaşatmalıyız…