Yeşilçamın siyah beyaz dönemlerini anımsıyorum, sıkıcı, monoton geçen hayatımız sinema salonlarında ‘artistlerin’ sıcak gülüşleriyle bambaşka anlamlar kazanıyordu.

Çocukluğumun kentinde henüz televizyonun olmadığı dönemlerde sinemadan başka eğlencemiz yoktu. Günah sayılmasına rağmen biriktirdiğimiz harçlıklarla gizlice, soluğu köhne sinema salonlarında alırdık. Film üst üste çalan üç gong! sesinden sonra başlardı. Tam karşımızda duran beyaz duvarın içinden dörtnala atlılar gelirdi. Nal sesleriyle birlikte atlar kişnerdi, bizi ezmesinler diye iki büklüm eğilirdik, atlılar üstümüzden geçerlerdi. Herkes başrol oyuncuna gıpta ile bakardı, “Keşke ben de böyle kuvvetli olsaydım,” derdi.

Zamanla renkli filmler dönemi başladı, artık görüntüler daha net, artistler daha canlı görülüyorlardı. Sinema çok daha keyifli olmaya başlamıştı, hayatımız daha da renkleniyordu.

Artık filmlerini izlediğimiz artistleri de yakından tanımaya başlamıştık. Fatma Girik, Türkan Şoray, Ayhan Işık, Ekrem Bora, Ahmet Mekin, HulisiKentmen, Kemal Sunal isimleri belirginleşiyordu hafızamızda. En çok da Yılmaz Güney ve Cüneyt Arkın süslüyordu düşlerimizi. Biri esmer, çok uzun olmayan, bizden bir garibandı, ‘çirkin kraldı’, diğeri yeşil gözlü, yakışıklı, uzun boylu, tüm erkeklerin olmak istedikleri özelliklere sahip bir jöndü. İkisinin filmlerini de kaçırmazdık.

Cüneyt Arkın, Malkoçoğlu’ydu, Battal Gazi’ydi, Kılıçaslan’dı, Kara Murat’tı; kılıcını kuşanıp atına atlayıp düşmanın arasına dalıyor, tek başına bir orduyu yok ediyordu. O, intikam için atına atladığında ve  düşman kalesine doğru dört nala at koşturduğunda sinema salonunda alkış tufanı başlardı. İzleyiciler onun kaleye tırmanışını, burçtan burca atlayışını nefeslerini tutarak izler, sonunda düşman kralını öldürdüğünde rahatlayıp mutlulukla salondan ayrılırlardı.

Yılmaz Güney, sinemanın çirkin kralıydı; onun afişleri çocukluğumun kentinde her fırının, terzinin, berberin, kahvenin, bakkalın, manavın duvarlarını süslerdi. O farklı bir efsaneydi, haksızlığa, zulme başkaldıran, patrona, ağaya, katile, düzenbaza gününü gösteren bıçkın, esmer delikanlıydı. Bize benziyordu, fakirdi, haksızlığa uğruyordu ve haksızlık yapanlara karşı acımasızca direniyordu.

Hatırlıyorum, o zamanlar mahalledeki çocuklar iki gruba ayrılmıştık, kimileri Cüneyt Arkın taraftarı, kimileri Yılmaz Güney taraftarıydılar. Bu yüzden birçok kavgaya tutuştuğumuzu bilirim. Sinema çıkışında herkes kendi safına çekilirdi, ortada kalanlara hemen sorulurdu, “Söyle ulan Yilocisan, Cinocisan?” birini seçmek zorundaydık. Ben Yilociların tarafındaydım o zamanlar. Saflar netleştikten sonra kavga başlardı, kimimiz Cüneyt Arkın gibi yumruk atmaya, havada uçmaya çalışır, kimiz de Yılmaz Güney gibi sert bakarak kafa atardı. Bu kavgalar uzun sürmezdi, sonra barışırdık, bu defa hep birlikte silahçılık oynardık. Tahtadan silahlarımızla köşelere saklanarak ağzımızla “Tişon, tişon!” diyerek güya mermi sıkardık. Açıkta olanlar vurulurdu, onlar boylu boyunca toprağa uzanıp ölü numarası yaparlardı.

Onlara özenirdik, onlar gibi bakar, onlar gibi gülerdik. Onlar bizim ağabeylerimiz, amcalarımız, dayılarımız, hata babalarımız olurlardı. Rüyalarımızı, hayatlarımızı süslerlerdi.

Sonra büyüdük, okullarda okuduk, başka şehirlere gittik, onlar da yavaşça yaşlandılar. Bir gün duyduk ki Yılmaz Güney cezaevine düşmüş, çok üzüldük. Umut’u, Sürü’yü, Yol’u, Seyithan’ı, Ağıt’ı Aç Kurtlar’ı, Arkadaş’ı izledik, Yılmaz’ı daha iyi anlamaya başladık.

Cüneyt Arkın da yabancımız değildi, o da işçinin, emekçinin, haksızlığa uğrayanın yanındaydı. Yeşil gözlü, yakışıklı abimizdi, genç kızların gönlünde taht kuran bir efsaneydi.

Sonra bir gün Yılmaz Güney’in Paris’te sürgünde öldüğünü duyduk, bir yakınımızı kaybetmiş gibi üzüldük, günlerce yas tutup yokluğuna alışmaya çalıştık. Ölümünden sonra çok şeyler yazılıp çizildi, çok kişi konuştu hakkında.

Cüneyt Arkın da anlattı onunla yaşadığı anılarını:

“Yılmaz müthiş bir insandı. Bazen bana gelirdi, oturup içerdik. Anadolu geleneklerine göre saygı icabı kadehi alttan tokuşturmak gerekir. Kim daha alttan vurursa karşısındakine o kadar saygı duyuyor demektir. Sen daha alttan vuracaksın, ben daha alttan vuracağım derken bir gün baktım Yılmaz evin bodrumuna inmiş. Oradan aşağısı yok ya…”

Bu denli de birbirlerini sevip sayıyorlarmış sinemanın iki devi. Cüneyt Arkın’ın Yılmaz’la ilgili en güzel anısı, kendisine verilmek istenen ödülü ret etmesi olayı ile ilgilidir.

1972 yılında 4. Altın Koza Film Festivali'nde jüri Yılmaz Güney'i Baba filmindeki rolüyle ödüle değer gördü. Daha sonra siyasi baskılarla oylama tekrarlandı, Güney'in yerine, ilk oylamada Yaralı Kurt filmindeki performansıyla ikinci olan Cüneyt Arkın En İyi Erkek Oyuncu seçildi. Bu karara tepki gösteren Arkın ödülü reddetti.

 “Öylesine güzel dostluğumuz vardı ki... 12 Mart döneminde Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz’ın hak ettiği ödülü siyasi nedenlerle ona değil bana verdiler. Ben de reddettim tabii,” diyerek anlatıyor. “Yılmaz Güney’in tavrı ne oldu?” diye soranlara, Yılmaz’ın gülerek, “Ağam helal olsun, içkiler benden” dediğini ifade ediyor.

Cüneyt Arkın’la ilgili en büyük şaşkınlığı gerçek adının Fahrettin Cüreklibatır olduğunu öğrendiğimde yaşamıştım. Yıllardır filmlerini izlediğim, hayran olduğum sanatçının bu ismi tuhafıma gitmişti, yadırgamıştım. Sanatçı, 8 Eylül 1937 yılında Eskişehir’in bir köyünde doğmuştu. Daha sonra tıp fakültesini kazanarak İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun olmuştu. Sonradan öğrendiğime göre artist yarışmasında birinci gelmiş ve sinemaya atılmıştı. Adını Cüneyt Gökçer’den, soyadını da Arkın Kitabevi sahibinden almıştı. Bu kitabevinden sürekli ödünç kitaplar almıştı öğrencilik yıllarında, böylece minnettarlığını kanıtlamış oluyordu. Türk sineması artık yepyeni bir isimle tanışıyordu.

Askerden sonra 1964'te, Halit Refiğ'in Gurbet Kuşları filmiyle sinemaya adım attı. Bu filmin finalindeki kavga sahnesi, Arkın'ın kariyerinde dönüm noktası oldu. Bir süre daha duygusal-romantik jön karakterlerini canlandırdıktan sonra Halit Refiğ'in önerisiyle aksiyon filmlerine yönelecekti. Türk sinemasında daha önce hiç örneği olmayan bir tarz getirdi. Kısa sürede avantürlü filmlerin en çok aranan isimlerinden biri haline geldi

Arkın bir dönem dünya starı olmak için ABD’ye gider, burada bir yapımcıyla görüşür. Yapımcı ona toplamda kaç filmde oynadığını sorar. “300 film” cevabını alınca kendisiyle alay edildiğini sanarak onu kovar. Çünkü ABD’de iyi aktörler en fazla 20-30 filmde ancak rol alabilmektedir.

Cüneyt Arkın, Yeşilçam’a gerçek anlamda hareketlilik getiren, sektörü canlandıran aynı zamanda yaptığı işe saygı duyan ve emek harcayan bir aktördü. Tarihi filmlerdeki rollerini iyi yapmak için 6 ay boyunca bir sirkte eğitim almış, yakın dövüş sanatlarını en iyi şekilde yapmaya çalışmıştır. Mesleğini icra ederken birçok tehlike atlatmış, zaman zaman ölümle burun buruna gelmiştir. Malkoçoğlu filminin çekimleri sırasında atla sarayın içine girmesi gerekmektedir. Camlı bir bölmeden atla birlikte hızla geçerken, zemin kaygan olduğu için atla yere yuvarlanmıştır. Bu sırada sağ elinin koptuğunu görmüş, elini pencereden alarak hastaneye koşmuş ve kopan  eli bir hocası tarafından yerine dikilmiştir. Buna rağmen setlere dönerek, sağ elini kullanmadan filmi bitirmiştir. İşte o, bu denli işine sadık, her türlü sahneyi göğüsleyerek büyük başarılara imza atan bir aktördü.

Zaman bulanık bir nehirdi… Ne yazık ki her insan yaşlanıp ölüyordu. 28 Haziran 2022’de geride milyonlarca hayran kitlesi bırakarak o da ayrıldı aramızdan.

Evet, biri Fahrettin Cüreklibatır, diğeri Yılmaz Pütün’dü. Biri Eskişehirli, sonradan doktor olan bir köylü çocuğuydu, diğeri Adana Yenice doğumlu, aslen Siverekli bir ırgat çocuğuydu. İkisi de Yeşilçam’da harikalar yarattılar. Yılmaz Güney Türk sinemasına çığır atlatmış, sayısız ödül almış bir sanatçı. Cüneyt Arkın, ilk kez Yeşilçam’a avantürlü, vurdulu kırdılı tarihi filmler kazandıran büyük usta.

Zaman bulanık bir nehirdi ve önüne gelen yaşamları silip süpürüyordu.

Ama iki büyük ustanın Türk sinemasına kazandırdıkları her zaman hafızalarda duru kalacak. Hep hatırlanacak. Anılarına saygıyla.