Henüz ortaokul sıralarındaki bir öğrenci, lise dönemine özgü davranış biçimlerini sergiliyor; lise çağındakiler ise yetişkin gibi görünme telaşında.
Çocukluk, adeta ara durak olmaktan çıkıp hızla geçilen bir tünel hâline geldi.
Geçenlerde lise 1. sınıfta okuyan kuzenimle sohbet ederken anlattıkları düşündürücüydü.
Sınıf arkadaşları ona “Neden makyaj yapmıyorsun?” diye sormuş.
Henüz 14 yaşında bir genç kız, doğal hâliyle değil de bir “görünüm kalıbına” uymadığı için sorgulanıyor.
Sınıf ortamı artık sadece eğitimle değil, kimlik ve dış görünüş baskısıyla da şekilleniyor.
Çocuklar, yaşlarını değil çevrelerinin beklentilerini yaşamaya başlıyor.
Bu durum sadece ergenlik döneminde değil, ilkokul çağında da kendini gösteriyor. Dördüncü sınıfa giden bir çocuğun “davranış bozukluğu” tanısıyla ilaç kullanmaya başlaması, bu hızlanmanın en çarpıcı göstergelerinden biri.
Henüz kişiliği tam oturmamış bir çocuk için ilaç, gerçekten bir çözüm mü, yoksa sabırsız bir dünyanın kısa yolu mu?
Belki de çocuklara değil, onların yaşamasına izin vermeyen sisteme bir “tedavi” gerekiyor.
Bir zamanlar çocukluğun anlamı; oyundu, düş kurmaktı, merak etmekti.
Şimdi ise “başarılı ol”, “büyü”, “uyum sağla” gibi emirlerle örülü.
Sosyal medyanın görünmez baskısı, ailelerin kıyaslamacı tutumları ve eğitim sisteminin yarış odaklı yapısı, çocukları yaşlarından erken büyütüyor.
Onlardan “disiplinli yetişkinler” yaratmaya çalışırken, farkında olmadan çocukluklarını siliyoruz.
Oysa çocukluk, aceleye getirilecek bir dönem değildir.
Her yaşın kendi deneyimi, kendi sınırı, kendi heyecanı vardır.
Lise yaşında makyaj yapmamak da, ilkokulda dikkati dağılmak da normaldir. Çocukları kalıplara sıkıştırmak yerine, yaşlarını yaşamalarına izin vermeliyiz. Çünkü kaybolan çocukluk, bir daha geri gelmiyor.
Zaman değişebilir, çağ hızlanabilir ama çocukluk sabırla yaşanması gereken tek çağdır.
Biz yetişkinler, bunu hatırlamadıkça, bir sonraki nesil daha da erken büyümek zorunda kalacak.