Bir an sadece isme takılı kalıyor insan. Çok zor bir şey olsa gerek, yaşanan acıların da sevinçlerin de tanıklarının olmaması.
Bu zamanlarımıza, ağzı da dili de olmayan bir şeylerin tanıklık yapması derin bir yalnızlık.
Film, hepimizin ruhunun derinliklerinde yer edinmiş ‘yasaklı’ bazı şeyleri konu ediyor.
Toprak altına saklanan ‘Kürtçe kasetler, yasaklı kitaplar ve sınırlar konmuş umutlar’.
Film, bizleri bunlarla yüzleştiriyor. Sesini yitirmiş insanların, nasıl da kendi kendilerine ses olduklarını anlatıyor.
Aylarca dış dünya ile ilişkisi kesilen küçük bir köyde, kime hangi acılarını anlatacaklarının çelişkisini yaşayanları anlatıyor.
Vıcık vıcık ve saçma sapan konulu bir sinema dünyası ile meşgulüz maalesef.
Tribünlere oynamak bile kabul edilebilir bunca rezilliğin karşısında.
Ya bir kişiye ya da bir duruma yaltaklanman gerekiyor. Yani o kadar pahalı bir sektörü ki, insanın kendi başına yapması neredeyse imkansız.
Sonra denk geliyor bir ‘fon, zenginin biri ya da bir ülke’.
İş öyle birini bulmakla kalmıyor. Sonra seni ‘finanse’ eden kişi ya da kurum senin, eserinin ve emeğinin üzerinde hüküm sürmeye başlıyor.
‘Şunu böyle yapın, bunu şöyle edin’. Bitmek bilmez istekler.
Ama işte böyle aradan sıyrılan bazı çalışmalar da çıkabiliyor.
Hiçbir yerden ve kimseden bir talepte bulunmadan bu güzel ve hafızayı diri tutma amacındaki filmi çekiverdi Kurtuluş Baştimar.
Yetmemiş, mesela yapımcı filmini gösterimden önce festivallere göndermekten de uzak.
Evet diyor, festivallere başvurmak ve ödüller almak istemek gayet normaldir.
Ama Baştimar, önce konu ettiğim acıları yaşamış insanlar ve coğrafya izlemeli. Onlar izlemeli ve görüş belirtmeli. Sonrası olsa da olur olmasa da.
Bence sıkı sıkıya böyle çalışmalara sarılmak ve desteklemek gerek.
Bolca izlensin, bolca ödüller alsın ve bolca alkışlansın.