Bugün hepimiz bir şeylerden şikâyetçiyiz.
Trafikten, adaletsizlikten, siyasetten, ekonomiden, hatta birbirimizden…
Ama o şikâyetlerin içinde “ben ne yapıyorum?” sorusuna ne kadar yer veriyoruz?
Toplumu konuşurken, genellikle dışarıdan bir gözle, sanki o toplumun parçası değilmişiz gibi davranıyoruz.
Oysa toplum dediğimiz şey, “bizim” toplam hâlimizdir.
Her gün birine sesimizi yükselttiğimizde, yolda çöp attığımızda, bir haksızlığı görmezden geldiğimizde; aslında o büyük şikâyet ettiğimiz düzenin küçük bir tuğlasını biz koyuyoruz.
Değişim dediğimiz şey çoğu zaman büyük ideallerle anılır.
Bir yasa değişir, bir sistem kurulur, bir lider çıkar...
Ama asıl değişim, bir insanın sabah evden çıkarken başka birine gülümsemesi kadar küçük olabilir.
Çünkü o gülümseme bir başkasına, o da bir sonrakine bulaşır.
Toplumlar, böyle görünmez zincirlerle dönüşür.
Kimi zaman “ben değişsem ne olur ki?” diyen bir umutsuzluk hâkimdir.
Oysa tarihteki en büyük dönüşümler, hep birilerinin bu cümleyi kurmaması sayesinde oldu.
Vicdanını susturmayan bir öğretmen, sessiz kalmayan bir öğrenci, yardım elini uzatan bir komşu...
Hepsi kendi küçük evreninde değişimin kıvılcımını yakmıştı.
Bugün aynaya baktığımızda yalnızca yüzümüzü değil, etkimizi de görmemiz gerekiyor.
Kendimize şu soruyu sormalıyız: “Ben bu toplumun daha iyi olması için neyi farklı yapıyorum?”
Belki cevabı hemen bulamayız ama en azından soruyu sormak bile bir başlangıçtır.
Çünkü sorgulayan insan, artık aynı insan değildir.
Tolstoy’un dediği gibi, değişim dışarıda değil, içimizde başlar.
Toplum aynasına baktığımızda, aslında kendi yüzümüzü görürüz.
Ve o yüz ne kadar dürüst, ne kadar cesursa, toplum da o kadar güzel olur.