Seri üretim ürünler gibi seri üretim zihinler, seri üretim kişilikler de toplumda her geçen gün artıyor. Bir de bu seri üretim kötü bir seri üretimse…
Hızlıca tükettiğimiz ürünler gibi insanları da tüketmeye başladık. Çünkü her insana vefa penceresinden değil imkan penceresinden bakıyoruz. Bu sadece insanlarla da sınırlı değil. Topluma, kurumlara, bağlı olduğumuz yerlere, şehirlere, coğrafyamıza da artık bu pencereden bakıyoruz. İbn Haldun’un “Coğrafya kaderdir.” sözünü yok sayıyoruz belki de.
Fakat unuttuğumuz bir şey var: Ne kadar yok saysak da coğrafyamızın kokusu üstümüze siner, adım attığımız her yere onu da taşırız. Nereye gidersek gidelim, nereye kaçarsak kaçalım bizimle gelir. O halde özümüze bakıp kendimizle, coğrafyamızla barışmamız hayata daha anlamlı bakmamızın yegâne yolu.
Coğrafyamıza, insanlara, çevremize çıkar penceresinden değil vefa gözlüğüyle bakmalıyız.
Herkes bilir ki kazaların çoğunda ölümcül risk taşıyan en önemli sebeplerden biri iç kanamadır. Fark edilmediğinde kişiyi sessiz ve sinsi bir şekilde ölüme götürür. Biz de toplumsal bir iç kanama geçiriyoruz.
Dönem dönem yaralarımızı sardığımız, görünürde iyiye gittiğimiz oluyor fakat içimizde kanayan yaraları ihmal ediyoruz. İçimizdeki bu yaralar da her geçen gün daha kötü hale geliyor. Diyebiliriz ki bu kez hastayı gerçekten kaybetmek üzereyiz!
Dilimize, kültürümüze, insanlığa, maneviyata kapı aralayan iç dünyamızda yaralar var. Okuyarak, coğrafyamızı tanıyarak, yaptığımız işte çıkarı arka plana koyarak iyileşme yolundaki birinci adımı atabiliriz.
Gençler olarak bu yolda ilk adımı bizler atmalıyız. Özeleştiri yapıp kendimizi geliştirmek, doğduğumuz coğrafyaya yani kaderimize olan vefa borcumuzu yerine getirmek gerekiyor. Evet, bulunduğumuz çağda ve toplumda birçok şey gün geçtikçe zorlaşıyor. Hepimiz bunun farkındayız fakat sadece yakınmak bizi daha büyük bir çürümeye götürür. Önce elimizden geleni yapıp sonra eleştireceğiz.
Ne dersiniz, toplum olarak bu iç kanamayı durdurabilecek miyiz sevgili okur?