Güncel

Koçgiri'ye yakından bakan kitap: Belgelerle Koçgiri Tarihi

Osmanlı arşivlerinden çıkan binlerce belge, Koçgiri’nin tarihine dair ezberleri sarsıyor. Ali Haydar Bektaş, Burak Bektaş ve Gültekin Uçar’ın kaleme aldığı “16–19. YY Osmanlı Arşiv Belgeleriyle Koçgiri Tarihi”, yüzyıllardır tartışılan “Koçgirililer kimdir?” sorusuna belgelerle yanıt veriyor.

Abone Ol

RÖPORTAJ/Vecdi ERBAY

Gültekin Uçar, Ali Haydar Bektaş ve Burak Bektaş'ın birlikte hazırladıkları "16-19. YY Osmanlı Arşiv Belgeleriyle Koçgiri Tarihi" adlı kitap, Koçgiri ve Koçgirililer ile ilgili karanlıkta kalanları ortaya çıkarıyor. Kitap, birçok yanlış bilgiyi, belgelerden yola çıkarak düzeltiyor.

"16-19. YY Osmanlı Arşiv Belgeleriyle Koçgiri Tarihi" isimli kitap, Ali Haydar Bektaş, Burak Bektaş ve Gültekin Uçar imzasıyla Dipnot Yayınları’ndan çıktı. Koçgirililer kimdir? Nereden geldiler? Koçgiri ismi nereden geliyor? Koçgirililerin Osmanlı ile ilişkileri nasıldı?Koçgiri aşiretleri hangileridir? Koçgirililer Kürt mü Türkmen mi? Koçgiri ile ilgili akıllarda pek çok soru var kuşkusuz ve bunun nedeni resmi tarih söyleminden kaynaklanıyor. Bunda epey katkısı olduğu malum.
Kapsamlı kitapta (684 sayfa) Koçgiri ile ilgili onlarca soruya cevap veriliyor. Bu da Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nin kullanıma açılması sayesinde gerçekleşti. Yazarlar, Koçgirililerin yaşadığı coğrafyaya ait Osmanlı Tapu Tahrir Defterlerini, nüfus defterlerini, şeriye sicillerini, fermanları, askeri ve idari yazışmaları, köylülerin şikayet mektupları benzeri binlerce belgeyi inceleyerek hazırladılar Koçgiri Tarihi'ni.

Koçgiri Kültür Derneği'nin katkısıyla hazırlanan kitabın yazarlarından Gültekin Uçar, Diyarbakır Kitap Fuarı’na katıldı ve kitap hakkında kendisiyle söyleşi yapma imkanı buldum. Uçar ile sınırlı bir sürede söyleştik maalesef. Ancak kitabı genel hatlarıyla tanıtan bir söyleşi olduğuna inanıyorum.

*Koçgiri neresidir? Koçgirililer kimdir?

Koçgiri adı ilk kez 1471'de Ebu Bekr-i Tihrani'nin "Kitab-ı Diyarbekiriye" eserinde geçiyor. Ondan önce Koçgiri adını herhangi bir yazılı kaynakta görmüyoruz. Eserde Kemah'ın kuzeyindeki bir coğrafi alan için kullanılır. Bu alan Osmanlı devletinin eline geçer ve o döneme ait Tahrir Defterleri’ndeKoçgiri bir köy adı olarak kaydedilir. Köyde yaşayanların Hıristiyan olduğu belirtilir. Muhtemelen Ermenilerin 8 hanelik bir köyü. Osmanlı arşivi belgelerinde ya da tarih defterlerinde o bölgeyle ilgili Koçgiri aşireti ya da grupları ya da Koçgiriler gibi bir tanımlama yok. Koçgiri kelimesinin ancak 18. yüzyılın sonlarına doğru bir aşiret/topluluk adı olarak kullanılmaya başladı.

*Tam olarak neresi bu bölge?

Bu bölge Kemah'tan Gümüşhane'ye, Gümüşhane'den Suşehri'ne, Suşehri'nden Zara'ya, Zara'dan Divriği'ye, Divriği'den tekrar Kemah'a giden hattın adı.

*Peki, Koçgiriler kimdir? Türk oldukları bile söyleniyor.

Evet. Çok meşhur bir hikaye o. Ona burada girmeyeyim, çok uzun olur. Ama şunu söyleyebilirim, Koçgiri ismine rastladığımız ilk kaynaklardan başlayarak, Koçgirililerin Türkmen olduğuna dair hiçbir belgeye rastlamadık. Ancak Koçgirililer Alevi, Kızılbaş ya da Sünni Kürt aşiretleri olarak çıkıyor karşımıza.

*Aşiretler konusu önemli burada. Aşiretler dilin, inancın, geleneklerin korunması için önemli bir işlev görmüş. Kitaptan da bunu anlıyoruz.

Aşiret tanımı kendisini ve ötekisini tanımlayabilecek bilince erişmiş, karşıdakilere karşı temsil edebilme yeteneği kazanmış ilk siyasal mekanizmalar.
Esas olarak hem içeriği koordine eden, idare eden hem de kendinden olmayan olarak tanımladığı bütün topluluklara karşı savunma ve idare mekanizmasıdır.
Kürtlerde birçok aşireti birleştiren beylik vardır. Bunun en üst biçimi de devlet. Şimdi mesela Türk aşiretleri Türk aşiretleri ya da onların boy dedikleri şekilde Türk aşiretleri de var. Orada bu aşiret duygusu ve mekanizması çok belirsiz hale gelmiş durumda. Niye? Çünkü en üst düzeyde siyasal birlik diye kabul ettiğimiz devlet içinde kendilerini ifade edebilecek şekilde birleşme sağlamış durumdalar. Sonuç itibariyle devlet onları bir siyasal temsil mekanizmasıyla birleştirebilmiş. Eğer bir topluluk kendisini siyasal olarak temsil edebilecek daha üst mekanizmalara ulaşamıyorsa aşiret düzeyinde, daha yerel, daha federatif ya da konfederatif biçimlerle kendini ifade ediyor. Yani aşiret bir siyasal temsiliyet mekanizması, toplumda var olan farklı etnik, finansal, dinsel, sosyal grupların (o tarihsel dönem için konuşuyorum) kendini temsil ettiğine inandığı kabul ettiği mekanizma. Dolayısıyla aşiret, kültürün, dilin, inancın korunmasını da sağlayan bir mekanizma. Ama buradan hareketle bu aşiretlerin dışa kapalı olduğunu düşünmeyelim. Mesela Ermeniler, Kürtler tarih boyunca birlikte yaşıyorlar. Birçok bakımdan benzeşiyorlar.

*Ama Ermenilerde Kürtlerdeki gibi bir aşiret yapısından bahsedemiyoruz. Değil mi?

Onların siyasal temsiliyet mekanizması millet üzerinden ve daha çok dini yapılar üzerinden ve Osmanlı'nın çizdiği statü içinde. Onlar onu kabul ediyorlar. Ama Kürtlerin durumu öyle değil. Niye öyle değil? Kürtlerin bakın Çemişgezek Beyliği tanımını tesadüfi kullanmıyorum. Çünkü bir üst düzeyde aşiretler üstü düzeyde siyasal birliği Çemişgezek Beyliği döneminde sağlamış Kürtler. Üstelik sadece Alevi Kürtler değil. Bugün Dersim diye anılıyor orası ama orası Dersim değil, Çemişgezek Beyliği. Gümüşhane'den Adıyaman'a, Erzurum'dan Sivas'a kadar olan bölge tarihsel olarak Çemişgezek Beyliği coğrafyası. Hem Sünni Kürtler var, hem Alevi Kürtler var. Ve bunlar aynı beylik içinde, aynı siyasal iradeye bağlı olarak bir arada durmayı becerebilmişler.

*Maadin-i Hümayun Eminliği'nin şekillenişini de konuşmak isterim. Emek sömürüsü anlamında kayda değer bir sürecin, grevin, çatışmanın yaşandığı bir sürece neden oluyor.

Osmanlı'ya şikayetler iletiliyor, Koçgirililer maden çalışmasını engelliyor diye. Biz bu şikayetlerden Koçgirili bir aşiret adı olarak geçtiğini ve Keban madenlerinin çalışmasını engellediğini öğreniyoruz. Bu sefer döndük Keban madenlerini nasıl engelliyormuş diye araştırdık. Şimdi önce madenler neden açıldı, ona bakalım. Avusturya'da işler bitmiş. İranla kavgada yenilmişiz. Rusya'da cephe açılmış. Arap Yarımadası'ndan istediğin haraç gelmiyor. Osmanlı'nın gelirleri azalmaya başlamış. O Lale Devri denen dönem de Osmanlı hazinesi tamtakır. Osmanlı siyasal sistemi de çürümüş. Yeniçeri geçinecek para bulamadığı zaman kazan kaldırıyor. Avrupa'nın en büyük ordusunu besliyorsun ama bu ordu teknolojik bir ordu değil. Yenilenmiş bir ordu değil. İnsan gücüne dayalı bir ordu ve bunların hepsinin geçimi de savaşlardan geliyor. Bu nedenle Yeniçeri de dejenere olmuş. Artık esnaflaşmaya başlamış geçinebilmek için.

Osmanlı hazine açığını gidermek için madenlere yöneliyor. O güne kadar Gümüşhane madeni önemli. Gümüş madeni Osmanlı hazinesinin %5'ine denk gelen bir gelir getiriyor FarettinTızlak'ın çalışmasına göre.

Madenler açılıyor fakat Desimliler ve Şeyh Hasanlılar diyor ki "Burası bizim toprağımız, biz burada kimseye maden açtırmayız." Maden demek bir ocak açmak demek. Ocak açmak demek ağaç kesmek demek. Kütük demek. Madenleri eritmek için kömür lazım, usta lazım, ocaklarda çalışacak insan lazım. Kim olacak bu insanlar? Orada yaşayan aşiretler. Geliyor mu size zorunlu çalışma şartları? Gümüşhane'den baltacılar geliyor, ormanlara dalıyorlar. Köylüler karşı çıkınca, aşiret karşı çıkınca bu sefer arkasından asker geliyor. Alın size çatışma. İşte bugüne kadar Dersim'deki Alevilerle, Kızılbaşlarla ya da diğer aşiretlerle, Kürtlerle ilgili yazılan eşkıyalık hikayesi için size sosyoekonomik nedeni. Adam toprağını koruyor, yaşam alanlarını koruyor, lokmasını koruyor, angaryaya karşı çıkıyor. Çıkınca savaş oluyor.

*Grev de gerçekleşiyor.

Evet. İlk grev diyelim yani daha mutlaka eskisi vardır. Mutlaka direniş vardır. 1730 yılında bu madenlerde kaç kişi çalışıyor olabilir. 10.000 kişi. Osmanlı'nın nasıl büyük madencilik yaptığını anlatan Fahrettin Tızlak'ın çalışmasından öğreniyoruz bunu. Şimdi emek tarihi çalışanlar açısından ve o gün bölgedeki nüfus açısından bir gözünüzün önüne getirin. Üstelik bu maden önce çıkartılıyor, sonra eritiliyor, sonra İstanbul'a gönderiliyor. İstanbul'a gönderilirken kervanlarla gönderiliyor. O kervanların korunması için askerler gerekiyor. O ağaçların kesilmesi, yakılıp kömüre dönüştürülmesi, onların keleklerle, Fırat yoluyla madene getirilmesi olağanüstü bir ekonomi demek. Yani Osmanlı oraya boşuna gelmiyor.

Rumlar için hilekardır deniliyor. "Hiçbir parayla yetinmezler" deniliyor ve aşiretleri de kandırdıkları söyleniyor. Madenlerde çalışanlara para veriliyor ama şöyle: Diyelim ki sana 10 kuruş veriyorlar ama o pazar gelen gıdanın fiyatını da Maden Emini belirliyor. Dolayısıyla ocaktan aldığını yiyeceğe veriyorsun ve bazen de madene borçlu çıkıyorsun. Fakat böyle bir sistemi yürütmek mümkün mü? Aşiretler isyan ediyor.

*Bir çeşit kölelik sistemi var sanki.

Sömürge tipi madencilik diye şimdi çok konuşuluyor ya, öyle bir sistem. Bir çeşit olağanüstü hal valiliği sistemi var. Bu olağanüstü yönetimin yargı yetkisi var. Eğer birisi bu bölgeden saraya şikayette bulunursa onu geri çeviriyorlar diye yüz Vermeyelim. Bunlara eğer yüz verirsek herkes şikâyet etmeye başlar. Madenleri çalıştıramayız. Dolayısıyla buradaki idam yetkisi var. Özel askeri birlikler bulunduruyorlar her zaman. Bir de ekonomik koşulları, kuralları, kime ne olacağını onlar tespit ediyor. Bu bildiğimiz iç sömürge yönetimi. Bir sömürge yönetimini tamamlayan diğer ögeler coğrafyanın doğal yapısına, doğal kaynaklarına ve insan gücüne egemen olmak. Bunların hepsi bu Maaden-i Hümayun yönetimi sırasında uygulandı.

*Alişer'i sormadan geçemeyeceğim. Alişer Kürtler için ne ifade ediyor?

Alişer Kürt Teali Cemiyeti üyesi. Koçgiri beylerinden Haydar Bey'le birlikte. Kürt Teali Cemiyeti ile doğrudan ilişkileri var. Yazılandan, çizilenden ve anlatılandan gördüğümüz kadarıyla Kürt Teali Cemiyeti ile irtibatı da kuryeler vasıtasıyla sağlayan Alişer. Alişer'in 3 Mart 1920 tarihinde Kürt Teali Cemiyeti üzerinden Paris Barış görüşmelerini yürüten heyete ve Şerif Paşa'ya bir mektubu var. Biliyorsunuz, 19 Mayıs'ta Mustafa Kemal Samsun'a, çıkmış, Topal Osman'la görüşmüş. Efendim Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi toplanmış. Sevr ve Mondros'ta Kürtlerin ve azınlıkların haklarıyla ilgili bir uluslararası çerçeve çıkmış. Yukarıda Ekim Devrimi olmuş, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tartışılıyor. O mektupta Alişer'in bir ideolog, bir teorisyen ve olağanüstü gelişmiş bir diplomat ve siyasetçi olduğunu anlıyorsunuz. O kadar özet bir mektup var ki, mektupta diyor ki Diyor ki, uluslararası analiz yapıyor. Bugün dünya artık ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve kendi kendini yönetme hakkını kabul eder duruma gelmiştir. Burada ise, diyor, "biz İslam unsurlar" (siyasetçiliği orada geliyor. Yani artık Ermeniler gitmiş ya, artık o İslam üzerinden kuruyor.) Çünkü aynı zamanda Hürriyet ve İtilaf Fırkası'yla Kürtlerin özerkliği konusunda bir sözleşme imzalamış durumdalar. Ve diyor artık diyor uluslararası koşullar böyleyken, Kongreciler bu İttihat Terakki artıkları (aynen kavram bu) bu topraklara egemen olmak istiyorlar. Bu topraklarda kendi yönetim hakkımızı elimizden almak istiyorlar. Ancak bilmeliler ki biz 500 yıldır bu toprakları kendimiz yönetiyoruz. Ve bu hakkımızı sonuna kadar da savunacağız. Ve Alişer'in yazdığı bütün mektuplarda şu var. Siz bu hakkı tanıyor musunuz? Mustafa Kemal'e, kongrecilere yazdığı bütün mektuplar, hani çok konuşulur ya, işte bir dilekçe verdiler yoksa silahla alacağız filan diye. Evet, güçlerini de göstermek istiyorlar. Direniyorlar. Bunu 1920 sonuna kadar İttihat Terakki ile birlikte yapıyorlar. Ama 1920 sonuna geldiğimizde İttihat Terakki bölünüyor.

*Burada Kürtler de bölünüyor ve sizin deyimiyle iki yakaya ayrılıyor...

1920'de artık iki yakanın bu yakası, Kurtuluş Savaşı döneminde Türklere silah çekmemiz doğru değil. 1921 Anayasası hazırlanıyor. Bizim haklarımızda kabul edeceklerine söz verdiler. Biz bu savaşa katılalım sonra kendi aramızdaki anlaşmalar uyarız.
"Buna sadece Dersimliler, Koçgiriler inanmadı. Ama bu yaka inandı" deniliyor. Bunların arasında mezhep farkı vardı, deniliyor. Bu yüzden de o topluluk bu topluluğun davasını kendisi davası olarak sahiplenmedi. Ve hakikaten Nuri Dersimi de aynı tespitlere katılıyor. Hareketin içinde ideolog düzeyinde birisi olarak o da diyor ki "Aşiretimiz dağınıktı. Bir de işin manevi cephesi vardı" diyor. Biz diyor bu iki yakayı bir araya getirelim. Eğer 1920'de Kürtler iki yakaya ayrılmasaydı ne olurdu diye hep beraber birtakım yorumlar yapabiliriz.

*O zaman, bu iki yaka bir araya gelecek mi, diye sorayım.

Biz yol kat etmeye çalışıyoruz, öyle diyeyim. Ama şunu biliyorum, efsanelerin ve önyargıların gücü her zaman siyasetin ve gerçekliğin gücünden daha fazladır. Ve tarihsel önyargıları yıkmak çok kolay değildir. Ama son yıllarda Kürt mücadelesinin içinde birçok unsur bir araya geldi. Bu sınırları aşmaya çalıştı. Daha görünür olmaya çalıştı.

Ama yine de ben şunu soruyorum mesela Koçgirililer Kürt hareketi içinde Koçgirili mi? Yoksa Kürt mü? Yani çünkü Kürt hareketinin içinde de Çeşitlilik, renklilik, onun gücüdür kanaatindeyim ben. O halde var olurlarsa kendi toplumlarını dönüştürmekte de daha gayretli olabilirler. Bir de gayret tek taraflı olmaz. Buna da düşünmemiz lazım. Ama eğer inanç düzeyinde soruyorsan, bence iki yaka bir araya gelecek. Ama ne zaman olur, bilemem.