Yüzyılı aşkın bir süre boyunca birbirini izleyen değil, birbirine eklemlenen baskı biçimleri; siyasal, kültürel ve ekonomik alanlarda üst üste binen yarılmalar yarattı. Bu nedenle Kürt travmasını anlamak, olay listesi çıkarmak değil; süreklilik hâlini almış yapısal dinamikleri okumayı gerektirir. Travmanın kökeni tam da bu tarihsel sürekliliktedir: kimlik, mekân, adalet ve gelecek duygusunun aynı anda yaralanması.
Bu nedenle Kürt travması, yalnızca toplu olaylardan değil; devlet aklının yüzyıldır değişmeyen güvenlik merkezli yaklaşımından beslenen yapısal bir döngünün ürünüdür.
Kürt toplumunda travmanın ilk ve en kalıcı halkası, kimliğin uzun yıllar boyunca resmî olarak tanınmamasıyla başladı. Bu yalnızca bir yönetim anlayışı değil, bireyin ve toplumun varlık iddiasının sistematik biçimde bastırılmasıydı. Dil yasakları, isim ve yer adlarının değiştirilmesi, kamusal alanda kimliğin görünmez kılınması; öğretilmiş bir sessizlik yarattı. İnsanların kendi ana dilinde konuşmaya çekinmesi, ev içinde başka, dışarıda başka kimlik sergileme zorunluluğu; varoluşun en temel alanında bir yarılma oluşturdu. Bu nedenle kimlik baskısı, Kürt hafızasında yalnızca kültürel bir baskı değil, varoluşsal bir travma niteliği taşıdı ve etkisini kuşaklar boyunca sürdürdü.
Bu baskının kökleri; Cumhuriyet’in kuruluş döneminde uygulanan zorunlu iskân politikalarına, Kürt kimliğinin resmî söylemde inkâr edildiği yıllara ve 1920’ler–1940’lar arasındaki sert müdahalelere kadar uzanır. O yıllarda atılan adımlar, ilerleyen on yılların kimlik politikalarını belirlemiş ve Kürt toplumunun hafızasında ilk büyük kırılma halkasını oluşturmuştur.
1990’larda binlerce köyün yakılması veya zorla boşaltılması, Kürt toplumunun belleğinde mekânla kurulmuş en eski bağın kopuşu anlamına geldi. Bu süreç bir ev değiştirme değil, bir hayat biçiminin sona ermesiydi. Toprak, yalnızca bir geçim kaynağı değil; sosyal ilişkilerin kurulduğu, hafızanın yerleştiği, kimliğin somutlaştığı bir varlık alanıdır. Zorunlu göçler bu bağın kesilmesine yol açtı. Göç; sadece fizikî bir hareket değil, ruh ile mekân arasındaki ilişkinin zorla parçalanmasıydı. Bu nedenle köy boşaltmaları, Kürt travmasının mekânsal temelini oluşturur ve bu kırılmanın etkisi hâlâ devam eder. Zorunlu göçün ardından kentlere taşınan nüfus, çoğu zaman metropollerin çeperlerindeki düşük gelirli bölgelere sıkıştı. Bu durum, ekonomik dışlanmanın mekânsal travmayı yeniden üreten bir döngüye dönüşmesine yol açtı; göç eden aileler için yoksulluk, kimlikle ilgili baskıların maddi karşılığı hâline geldi.
Kürt illerinde yetersiz kamu yatırımları, kronik işsizlik, altyapı eksiklikleri ve tarım–hayvancılık ekonomisinin tahrip olması; ekonomik dışlanmayı yapısal bir travma kaynağı hâline getirdi. Ekonomik travmanın özelliği, diğer travmalar gibi yüksek sesli olmamasıdır. Sessizdir, görünmezdir; fakat derin bir yoksunluk duygusu yaratır. Gelecek beklentisinin zayıflaması, toplumsal dayanıklılığı azaltır ve travmanın her katmanını daha da ağırlaştırır.
Ekonomik dışlanma yalnızca yoksulluğun sonucu değil; kimliğin tarihsel olarak bastırılmasının kurumsal uzantısıdır. Bu nedenle ekonomik eşitsizlik, kimlik baskısının maddileşmiş biçimi olarak da okunabilir.
1990’larda yoğunlaşan faili meçhul cinayetler, kaçırılmalar ve akıbeti belirsiz kayıplar; toplumda kalıcı bir güvensizlik ve korku yarattı. Kayıp yakınlarının yıllarca süren bekleyişi, travma literatüründe “eksik yas” olarak tanımlanan bir hâle işaret eder: Ne yas tam olarak tutulabilir ne de geri dönüş umudu bütünüyle kapanır. Bu belirsizlik, travmayı diğer tüm acılardan daha yıpratıcı kıldı. Dahası, bu olayların soruşturulmaması adalet duygusunu temelden sarstı. Bu kırılma; fiziksel şiddetin ötesinde, hukukun askıya alındığı bir alanda yaşanan belirsizliğin yarattığı derin psikolojik boşluğu görünür kılar.
1980’lerden itibaren Kürt illeri, süreklilik kazanan bir güvenlik rejimi altında yaşadı. Kontrol noktaları, askerî operasyonlar, baskınlar ve görünür gözetim pratikleri; şiddeti gündelik hayatın olağan bir bileşenine dönüştürdü. Böyle bir ortamda travma, tek bir olaya bağlı olmaktan çıkıp yaşamın fonuna yerleşen bir varoluş biçimine dönüştü. Bu durum, doğrudan şiddetten çok “atmosferik militarizasyonun” gündelik hayatı nasıl dönüştürdüğünü gösterir; burada travma bir olaydan ziyade, insanın nefes aldığı çevreyi kuşatan kalıcı bir ortamdır.
Dönemsel olarak yoğunlaşan gözaltı ve tutuklama dalgaları, ailelerin sürekli bir kayıp korkusuyla yaşamasına neden oldu. Aniden gözaltına alınan ve akıbeti belirsizleşen insanlar, özellikle annelerde ve gençlerde kalıcı bir kırılganlık yarattı. Bu belirsizlik, travma literatüründe en yıpratıcı deneyimlerden biri olarak kabul edilir. Çünkü maruz kalınan fiziksel şiddet yalnızca bireyin bedenini değil, bütün aile sistemini sarsar ve travma böylece aile içi ilişkilere, duygusal kalıplara ve gündelik davranışlara yerleşir.
2015–2016’da yaşanan şehir çatışmaları, travmanın mekânsal ve duygusal boyutunda radikal bir kırılma yarattı. Mahallelerin yıkılması, haftalarca süren yasaklar ve can kayıpları; özellikle genç kuşakta derin izler bıraktı. Bu dönem, köy boşaltmalarının kent ölçeğindeki karşılığı olarak hafızada yer etti.
Barışa yaklaşılan her dönemin kısa sürede sona ermesi, toplumda derin bir umut kaybına yol açtı. Bu kırılmalar, travmanın yalnızca geçmişle ilgili olmadığını; geleceğe dair beklentileri de zehirlediğini gösterdi. Barışın kesintiye uğraması, travmayı yapısal hâle getiren en sessiz ancak en etkili faktörlerden biridir. Travmanın özgün yönü burada, toplumun geleceği hayal etme kapasitesinin zedelenmesidir.
Kürt toplumunun kendi içindeki çatışmalar, siyasi rekabetler ve ideolojik bölünmeler de hafızada ayrı bir kırılma alanı oluşturmuştur. Özellikle 1990’larda yaşanan Kürt Hizbullahı–PKK çatışması, toplumsal bağların zayıflamasına, kardeşliğin sorgulanmasına ve kolektif kimlikte derin bir güvensizlik duygusunun yerleşmesine yol açtı.
Bu iç bölünmeler yalnızca silahlı yapıların değil, mahalle düzeyindeki sosyal ilişkilerin de gerilmesine yol açtı. 1990 sonrası siyasal parçalanma şehirlerde kimlikler arası mikro çatışmaları besledi; Avrupa diasporasında kuşaklararası politik farklılıklar aidiyeti parçalı hâle getirdi. Bu nedenle travma, yalnızca devlet-Kürt ilişkisine sıkışmayıp toplum içi çatlaklarda da birikmiştir.
Kürt travmasının en ağır taşıyıcıları çoğu zaman kadınlar olmuştur. Köy boşaltmaları, kayıplar, faili meçhuller ve göç süreçlerinde kadınlar hem ekonomik yükü üstlenmiş hem de aile içindeki belirsizliği yönetmek zorunda kalmıştır.
Cumartesi Anneleri, bu travmanın toplumsal cinsiyet üzerinden nasıl kristalize olduğunu gösteren en güçlü hafıza figürleridir. Kaybolan evlatlarının akıbetini ararken yıllar boyunca meydanlarda oturmaları, eksik yasın bir halkın ortak vicdanına nasıl dönüştüğünü gösterir.
Kadınlar yalnızca travmayı taşıyan değil; hafızayı inşa eden öznelerdir. Barış Anneleri, kadın örgütleri ve yerel dayanışma ağları; toplumsal dayanıklılığın kurucu aktörleri olarak hafızanın kolektif biçimde örgütlenmesine katkı sunmuştur.
Kürt travması yalnızca yaşandığı dönemde kalmadı, sessizce sonraki kuşakların ruhsal dokusuna işledi. Evin içinde fısıltıyla konuşulan kayıplar, kapı çaldığında duyulan tedirginlik, gece karanlığının taşıdığı bilinçsiz korkular… Çocuklar bu atmosferi sözcüklerle değil; beden diliyle, mimiklerle, davranışlarla devraldı.
Aktarım üç temel yoldan ilerledi:
Sessizliğin iletimi: Konuşulamayan acılar görünmeyen bir tehdit alanı yarattı.
Davranış kalıplarıyla devreden korku: İçe kapanıklık, tetikte olma hâli gündelik davranışa dönüştü.
Parçalı hikâyeler: Yarım bırakılan anlatılar eksik bir hafıza oluşturdu.
Psikoloji literatürü, travmanın yalnızca davranışsal değil; biyolojik olarak da aktarılabildiğini gösteriyor. Epigenetik çalışmalar; savaş, göç ve şiddet deneyimlerinin gen ekspresyonunda kalıcı değişimlere yol açabildiğini ve bunun kuşaklara aktarılabileceğini ortaya koyuyor. Bu nedenle Kürt travması hem psikolojik hem biyolojik bir süreklilik taşır.
Kürt toplumsal travması; kimlik baskısı, mekânsal kopuş, adalet boşluğu, güvenlikçi rejim, ekonomik dışlanma, kent tahribatı ve geleceğin sürekli yaralanmasından oluşan birbirini besleyen halkalardan meydana gelir. Bu nedenle travmanın kaynakları yalnızca geçmişin olaylarında değil; kimlik, mekân, adalet, aidiyet ve gelecek duygusu gibi temel alanlara yönelik bütünlüklü bir baskı tarihindedir.
Bu yazı, dizinin ilk halkasıdır. İkinci yazıda travmanın biçimlerini -sessizlik, kuşaklar arası aktarım, eksik yas, parçalanmış aidiyet, diaspora psikolojisi- ele alacağız.