Belki kuraklığa alış(tırıl)mıştır.
Belki de kendi doğası ona yabancılaş(tırıl)mıştır.
Bir şekilde her yaz yanan ya da yakılan, ama her bahar inadına yeşeren bodur meşelere karşın, burada uzun ve kimisi kalın gövdeli meşe korkuluğunda yürüyoruz. Oldukça yeşil koruluğun ötesinde, yine saydam bir mavilik göze çarpıyor. Utanır gibi ağaçların arkasına saklanan bu mavilik bize önce denize yaklaştığımızı düşündürüyor. Ama açık internetlerimizden ve coğrafya bilgimizden burada bir denizin olmadığını da biliyoruz.
Almanya’nın güneyindeki Cottbuss kentini ziyaret eden heyeti karşılayanlardan biri, kendisini ilk defa duyduğumuz Sorb halkından biri olarak tanıtıyor.
Uzun boylu, güleç yüzlü, hafif sakallı, oldukça heyecanlı adam, yöreyi kesintisiz cümlelerle anlatırken bu mavi suyun adının ‘Ostsee’ olduğunu da öğreniyoruz. (Ostzi olarak okunuyor) Orta Anadolu’dan göç etmiş bize tercümanlık için eşlik eden genç adamın aktardığına göre ‘Ostsee’, ‘Doğudaki deniz’ demek oluyor. Aslında o maviliği uzaktan denize benzetmekle yanılmamışız. Ama burası Polonya sınırı,Baltık Denizi daha kuzeyde kalıyor. Belki bizim Van Gölü’ne deniz dediğimiz gibi onlar da burayı deniz sayıyor. Belki de denizi olmayan halkların ortak bir adlandırmasıdır.
Uzaktan maviliğiyle bu deniz heyeti heyecanlandırıyor. Oraya doğru yaklaşınca Ostsee sahilinin tellerle çevrili olduğu fark ediyoruz. Ortada normal olmayan şeyler var.
“Bu göl aslında suni olarak oluşturulmuştur. Burada eskiden geniş bir kömür havzası vardı. Zamanın hükümeti, çıkarılan kömür yerine, burada su biriktirilerek tıpkı baraj gölleri gibi suni bir göl oluşturuldu. Göl doğanın dengesini bozdu. İklimi etkiledi. Su altında kalacak Sorb köyleri buna isyan etti. Eylemler yaptı. Zor bir süreç yaşandı.”
Böylece gezi heyeti burada Sorb denilen ayrı bir halkın yaşadığını da öğreniyor.
“Sorbler, Almanlar gibi Anglo-Sakson değildir. Slav halkları ile akrabadır. Toplam nüfusları altmış bin civarındadır. Hitler zamanında soykırım tehlikesi yaşadılar. Anadillerini kullanmaları yasaklandı. Yerleşim yerlerinin adı Almanca olarak değiştirildi. “
Yabancı diye bildiğimiz ülkede aslında çok şey tanıdıktır. Çünkü Sorbli anlattıkça, tercüman çevirdikçe, heyette ki herkes kendisini ülkesindeymiş gibi hissediyor.
“Sizin Hasankeyf gibi bizim de coğrafyamız sular altında kaldı.”
Fetullah Çelik’in “Herkes toprağa ben suya gömülürüm” belgeselinde gösterdiği gibi, burada da köyler sular altında kalmış. Tercümana bu belgeseli izlemesini öneriyorum.
Baraj gölü sonrasında halk bildiğimiz gibi göç etmek zorunda kalmış.
“Biz de dayanışma amacıyla Hasankeyf’e defalarca geldik. Ne biz köylerimizi kurtarabildik. Ne de Hasankeyfliler orayı kurtarabildi. Yine de doğamızı kaldığı kadar korumaya kararlıyız.”
Hem heyette yer alan, hem de iki bin ondokuz Haziranında Hasankeyf çarşısının yıkımına tanık olan biri olarak Sorblarınduygusunu çok iyi anlıyorum. Hüzünleniyorum. İçimde tarifi belli sıkıntılar dalgalanıyor.
“İnançlı Sorb köylüleri Gökyüzünü, doğayı, ormanı Allah yarattı, ama şeytan da toprağın altına kömür koydu” diyor heyeti gezdiren adam gülerek,
“Bizim de dağlarımızın, ovalarımızın altını belki şeytan madenlerle doldurmuş. Bu yüzden maden bezirganları şeytanın gizli işbirlikçisi gibi her yeri kazıyor. Ekoloji aktivistleri olarak her hafta bir yerde basın açıklamalarındayız. Onları taşlayacak gücümüz maalesef yok. Bizim halkımız bir şekilde köy boşaltmalara alışkın, bunu da canlı canlı normalmiş gibi izliyor. Belki bir gün Hac’daki gibi buralarda da şeytanı taşlar” diye heyetten birinin söyledikleri bu defa herkesi güldürüyor.
Kendimizi kısmen yabancı görmediğimiz, binlerce kilometre uzaklıkta eski Sosyalist blok ülkesi, Demokratik Alman Cumhuriyetine ait bir kentte, elbette konuşulacak çok şey var. Bu yüzden merak edilen Sorb halkı ve asimilasyon meselesi de kömür havzası gölü meselesi gibi öne çıkıyor.
“Devlet açısından şimdilik Sorb dili ve kültürüne bir engel yok. Şimdi eyalette Sorbiş (Zorbiş, Sorbça) ikinci resmi dil olarak kabul ediliyor. Anadilde eğitim var. Ancak yerleşim adları iki dilde yazılıyor.”
Sohbet ettiğimiz yerin ilerisinde ucunda haç olan, kanatlarında her iki dille yazılmış beyaz direkler dikkat çekiyor. Heyettekiler gibi oranın insan mezarlığı olduğunu tahmin ediyorum. Ama Sorbaktivisti “Burası bir insan mezarlığı değildir. Bu direkler sular altında kalan köyleri temsil ediyor.”
“Yerleşim yerleri mezarlığı gibi mi?”
“Evet, bu doğaya yapılanın unutulmaması için burası inşa edildi.”
Yine yan tarafta mücadeleyi anlatan bir de pano konulmuş.
Etrafta yürüyüşe çıkarken, dikenli bodur dallar içinde tanıdık bir mor bir meyve göze çarpıyor. Şimdi kuruyan / kurdurulan Şekran Çayında Kürtçe ‘Helûtirşik’ dediğimiz, maalesef artık olmayan meyveye hasretle dokunuyor ve çocukluğumuza gidiyorum. Soru bombardımanı altında ki tercümana soruyorum. Ama yoğunluktan cevap alamıyorum. Helûtirşik sanki oradan buraya göç etmiş gibi dalda duruveriyor.
Göç ve göçmenler meselesi derken“Devletten bir baskı olmasa da yabancı düşmanlığı üzerinden yükselen ırkçılık ve Nazi hayranlığı Sorb hakkını tedirgin ediyor” diyor Sorbaktivistigenç adam.
Cottbuss kenti sokaklarında, duvarlarda mülteci düşmanlığı ve Nazi hayranlığı sloganlar onları haklı çıkarıyor.
Cottbuss kentinde Sorblaraait, birçoğu egemen kültür altında gölgede kalmış, Sorb halkına ait çok anlamlı sanat eserlerini görüyoruz.
“Asimilasyon sadece anadil ile ilgili değildir. Bir halkın geçmişinde var olan kültürel etkinlikler de asimilasyon tehlikesi altındadır. Mesela biz atalarımız gibi Paskalya kutlayamıyoruz. Yemeklerimiz, kıyafetlerimiz ya yok oluyor ta da değiştirilerek özünden kopartılıyor” diyerek atalarının yaşadıkları eski Paskalyaları heyecanlı heyecanlı anlatıyor.
Evet öğrendiklerimiz bizi heyecanlandırıyor. Ve Sorbların halk olarak bir arada olma ve kendini koruma çabalarına seviniyoruz.
Ve yabancılaşma duygumuz, aynı kaderde olma duygusuyla çakışıyor. Nerede aynıyız, nerede yabancıyız, karar veremiyoruz.
Ve de her yerde tehdit altındaki doğa ve tehdit altındaki kültürlerle dayanışma duygusuyla dönüyoruz.