Röportaj:   RECEP YILMAZ

DİYARBAKIR - Gazetemizin Köşe Yazarı ve bir Diyarbakır sevdalısı Recep Yılmaz, Diyarbakır’ın yetiştirdiği ender isimlerden Yazar ve Hayırsever Esma Ocak’ın kızı  Halk Sağlığı Uzmanı Akademisyen Profesör Doktor Perran Toksöz ile röportajı yaptı. 

Bu kez Perran Toksöz hocamla söyleştik. Ayrıca sayın Esma Ocak’ı hem kendi kaleminden, hem de kızının dilinden tanımaya çalıştık.

Her Diyarbekir’e geldiğimde sanki hiç görmemişim, sanki ilk olarak görüyorum gibi analarımızın dediği gibi sanki ataş almaya gelmişimcesine  deli danalar gibi can hıraş, alel acele gezmeye başlarım, yeni bir şeyler görürüm umuduyla.

Bu sefer geldiğimde de yine öyle yaptım bitmiş 72 yaşımla. Ne yapayım bu kadim şehre, doğduğum, çocukluğumu yaşadığım, ilkokulu, ortaokulu, liseyi hatta Eğitim Enstitüsünü bitirdiğim; sevdalısı olduğum bu tarih kentini, bu turizm şehrini, bu inanç turizminin başkentini ve de yıka yıka bitiremedikleri Amed’imi… çok seviyorum. Çok çabuk özlüyorum. Halbuki yılda en az iki kez geliyor en az on beş-yirmi gün kalıyor ölümüne geziyor dolaşıyorum.

Bu kez de öyle yapmış dolaşmaya doymamış ancak yorgunluktan dizlerimin bağı çözülecekken kendimi Hasan Paşa Hanına attım. Bir çay iki çay derken bir de baktım ne göreyim, ne zamandır bir röportaj yapmak istediğim çok iyi bir Diyarbekirli olan, bir yığın anıları yüreğinde taşıyan Halk Sağlığı Uzmanı Akademisyen Profesör Doktor Perran Toksöz, ana kapıdan içeri giriyor. Kör istedi bir göz, Allah verdi iki göz… Kalktım karşıladım ve masama buyur ettim. O zarafeti ve inceliği ile davetimi kabul etti. 1960’larda gazetecilik yaparken duyduğum heyecanı bu günde duydum. O heyecanla sade kahvesini söyledim ve sorulara başladım.

-Hocam istersen hemen başlayalım mı?

-Neye demez mi? Güldüm.

Ne zamandır yapmak istediğim bir röportaj vardı. Hani derler ya   hastanın ayağına doktor gelir. İşte şimdi aynen öyle oldu. Bir röportaj almadan sizi bir yere bırakmam dedim. Ama burada olmaz isterseniz kahvenizi içtikten sonra Sülüklü Han’a gidelim. Hafta içi orası daha sakindir. Üst kata çıkar sakin bir kafayla söyleşiriz. Yine o aynı Hanımefendiliği ve zarafetiyle kabul etti. Çok sevinmiştim.

Kahvelerimizi içtikten sonra Sülüklü Han’a doğru yola koyulduk. Geldiğimizde düşündüğüm gibi sakindi. Sol taraftaki üstü kapalı önü açık  ferah bölüme geçtik. Reyhan Şerbetini keyifle yudumlarken;

-Hocam biraz kendinizden ve geçmişinizden söz eder misiniz dedim ve sözü kadim bir Diyarbekir sever olan Perran Hocama bıraktım.

Diyarbakırlı olmak bir erdemdir.

             - 1948 yılında Diyarbakır’da Esma ve Baha Ocak çiftinin ikinci çocukları olarak dünyaya gelmişim. Benden iki yaş büyük olan ablam ve en küçüğümüz olan erkek kardeşim ile üç kardeştik ama rahmetli ablamı 16 yıl önce kaybettik. Babamın babası, Diyarbakır Nakibül Eşrafı Hacı Bekir Sıtkı (Nakiboğlu) OCAK, 1881-1936 tarihleri arasında Osmanlı Meclis-i Mebusanı  Diyarbakır Milletvekili ve TBMM Birinci dönem Siverek Milletvekili olarak görev yapmıştır. Büyük bir müderris, şair, hattat ve siyasetçi olan Bekir Sıtkı Bey, 23 Mayıs 1919’da Diyarbakır’da  hazırlanan Diyarbakır Müdafaa-i Vatan Cemiyeti Bildirisi’ni yayınlayanlardandır.

       Bekir dedemizin babası ve dedesi de zamanında Bağdat ve Medine Kadısı olarak görev yapmışlardır. Büyük dedemiz hacı Mesut Bey’e Medine’deki hizmetleri nedeniyle bir “Kutsal Emanet” (Sakal-ı Şerif) hediye edilmiştir. Bekir Sıtkı Bey ve diğer dedelerimizin 30-40 adet el yazması kitabı mevcuttur. Yani dedelerimizin hepsi alim, ulema, ilmiye sınıfından kişilerdir.  Annem ise yine Diyarbakır eşrafından Hacı Abdülbaki  Bey soyundan ziraat müdürü Osman Şahap Yıldırım’ın kızıdır.

 -Hocam biraz çocukluğunuzdan söz eder misiniz?

             - Çocukluğum, şimdiki Japon Pasajının arkasında bulunan büyük bir konakta geçti. Eskinin harem ve selamlık bölümü şeklindeki evimiz 19-20 odalı 4 ayvanlı, avlusunda havuz ve bahçe bulunan muhteşem bir konaktı. Biz o evde amcalarla birlikte yaşardık  ve dolayısıyla kalabalık bir aile idik. Çok güzel bir uyum ve ahenk içinde geçirdiğimiz o güzelim günleri unutmam mümkün değil. Konağın karşısında bulunan Rağibiye Camii büyük dedemiz hacı Rağıp bey tarafından yaptırılmıştır. Camii’nin bahçesindeki mezarlarda da aile büyüklerimiz yatmaktadır.

  Yaz ayları gelince bütün aile, atalarımızdan kalan Erdebil ve Ağuludere köşklerine gider, okullar açılana dek orada kalırdık. Ailenin tüm çocukları iki köşk arasında kimbilir günde kaç kez gider gelirdik. Envai çeşit meyve ağaçlarının bulunduğu köşklerde vaktimizin çoğu, meyve ağaçları üzerinde geçer, çeşitli oyunlarla akşamı ederdik. Akşam üzerleri de çoğunlukla aile büyükleriyle Dicle Nehri’nin kıyısına inilir,  sazlı sözlü eğlenceler yapılır, yenilir içilirdi. Tabii o zamanlar güvenlik sorunu diye birşey olmadığından hepimiz çok özgür ve mutluyduk. İyi ki o günleri yaşama şansımız olmuş.

-Bildiğim kadarıyla, , ilk ve orta öğreniminizi Diyarbakır’da, yüksek öğreniminizi  Hacettepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nde tamamlayarak 1970  yılında Diyarbakır’a döndünüz. Daha sonra…

 - 1970 yılında Diyarbakır’a döndüm. Aynı yıl akrabam olan Hakim YurtmanToksöz ile evlendim ve bir ay sonra Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda asistan olarak göreve başladım. 1977 yılında Doktoramı bitirerek, 1987’de Doçent, 1992 yılında Profesör unvanını aldım. Bu süreçte pekçok fakülte ve yüksek okulda dersler verdim, idari görevlerde bulundum.10 yıl süreyle Anabilim Dalı Başkanı, 2002-2008 yılları arasında Üniversitelerarası Kurul Üyesi  olarak görev yaptım.  2015 yılında emekli olarak 45 yıllık akademik yaşamıma veda ettim. Bu süreçte pekçok ulusal ve uluslararası kongre ve toplantılara katıldım, kurslar ve seminerler verdim. Sonuç olarak çok renkli, verimli ve unutamayacağım güzel anılarla dolu bir çalışma yaşamım oldu. Maalesef 20 Ocak 2017 yılında can yoldaşım,  hayat arkadaşım ve sevgili eşim YurtmanToksöz’ü  kaybetme acısı yaşadım.  Şimdilerde iki kızım,  iki torunum ve sevgili ailemle birlikte hayatın acı ve tatlı tüm gerçeklerini yaşamış bir kişi olarak elimden geldiğince hayata tutunmaya çalışıyorum.

-Önceki kısa sohbetlerimizde çocukluğunuzu arar gibiydiniz. Çocukluğunuzda annenizin öğütleri sanırım hala kulaklarınızda.

- Çocukluğumuzdan itibaren rahmetli annemin bize aşıladığı memleket severlik ruhu ile eşim ile birlikte Diyarbakır’dan ayrılmayı asla düşünmedik. Ve hiçbir zaman da bundan pişmanlık duymadık. Ben burada yaşamaktan ve bu havayı solumaktan her zaman büyük haz aldım ve mutlu oldum. Annemin 2011 yılında vefatından sonra ise O’nun yolundan gitmek ve O’nun başlattığı hizmetleri elimden geldiğince devam ettirmek gibi bir misyon yüklendim.

-Biraz annenizi anlatır mısınız? Onu sizin ağzınızdan dinlemek istiyorum.

“Sen hayatının romanını yazmalısın”

 - Çok dinamik olan annemi tanıyan herkesin dile getirdiği “sen hayatının romanını yazmalısın” fikri çok güzel olsa da, çocukluğundan hastalandığı güne kadar yaşadıkları ve ürettiği hizmetler dikkate alındığında bu yaşanmışlıkların yazıya dökülmesi hiç kolay olmadığı halde annem bunu başarmış ancak kitabın basımı gerçekleşmeden vefat etmiştir.

Hatırlayacağınız gibi Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Profesör Doktor Kemal Timur Hocamla birlikte Esma Ocak’ın 4. Ölüm yıl dönümü nedeniyle hazırlanan programı izledik.

Bu programa; henüz doçentken yazdığı “Berdel Yazarı Esma Ocak Hayatı ve Eserleri” adlı kitabından alıntılar yaparak,  25 Ocak 2011’de vefat eden Esma Ocak’ı anlatmıştı.

Bu programda Siz de Esma Ocak’ı kendi kaleminden yani annenizi annenizin kaleminden anlatmıştınız. Şimdide gazetem Güneydoğu Ekspres okuyucuları için ama yine annenizin kaleminden anlatır mısınız?

İsteğiniz üzerine annemin özgeçmişini kendi kaleminden döküldüğü şekilde sizlerle paylaşayım;

Şimdi de Sayın Esma Ocak’ı kendi kaleminden tanımaya başlıyoruz.

 “Ben,1928 yılının Ekim ayında, avlusu bazalt taşlarla döşeli, kocaman havuzlu, bahçesi güller ve çiçeklerle dolu, duvarlarını pembeli- eflatunlu çiçeklerin kaplamış olduğu bir Diyarbakır evinde, ailenin ikinci çocuğu olarak gözlerimi dünyaya açmışım. Çocukluğum hep bu evde geçmiştir.

Tatil dönemlerini, oldukça kalabalık olan ailemle birlikte atalarımızdan kalmış olan, Erdebil Köşk’ü ile Ağuludere Köşklerinin meyve yüklü ağaçları ve envai çeşit çiçekleriyle bezenmiş bahçeleri ve havuzları başında, mehtaplı gecelerde sazlı- sözlü alemlerin yapıldığı Dicle Nehri kıyısında geçirdiğimi çok iyi hatırlıyorum.

Beş yaşına girdiğim yıl, babamın bütün direnmelerine karşın, çok dindar bir kadın olan annemin dayatmasıyla, yasaklanmış olduğu halde   sokak aralarında  gizli tedrisat yapan mahalle mekteplerinden birine verildim. Burada hiç unutamadığım, korku dolu  iki yıl geçirdim.

Yedi yaşına girdiğim yıl, mahalle mektebinden alınıp ilkokula verildim. Babam, Gazi İlkokuluna kaydımı yaptırdığını söyledikten sonra,  küçük bir çantaya koymuş olduğu defter, kalem, silgi, kalem açacağıyla,  renkli bir kalem kutusunu  elime vererek, beni dünyanın en mutlu çocuğu yaptı.”

“O gün doğan Güneş, her günden çok daha parlak, gökyüzü daha maviymiş gibi geldi bana.” 

Annemin, ilkokulu bitirdiği yıl dedemin ziraat müdürü olarak Mardin’e atanmasıyla mecburen ailece oraya giderler. Ortaokulu Mardin’de başarı ile bitirdikten sonra kendi okuma arzusu ve babasının desteklemesiyle Diyarbakır’a gelip liseye başlar.

O günleri annem, şöyle anlatır;

“Edebiyat derslerinin olduğu günleri iple çekmeye başlamıştım. Sarsıntılar atlatmakta olan ruhum Fuzuli’nin, Nefi’nin, Baki’nin, Nedim’in aruz vezniyle yazmış oldukları şiirleri ezberliyor, o satırların tılsımlı kanatlarında göklere uçuyordum. Sınır tanımaz bir hayal gücüyle, ezberleme yeteneğine sahip olduğumdan, Süleyman Nazif, Ali Emiri, Ziya Gökalp  gibi,  Diyarbakırlı şairlerin şiirlerini de belleğime yerleştirip, onlar kadar olmasa da, onlarınkine yakın  düz yazılar, şiirler yazma hevesine kaptırıyordum kendimi.

Edebiyat derslerinde, anlamını bilmediğim kelimelerin açıklamasını yapan yaşlı öğretmenimle nedenini, nasılını bilemediğim öyle bir bağ oluşuyordu ki, yüzüme çivilediği gözlerinden gözlerimi alamaz oluyordum. Bu bağın sihirli sözcüklerden oluşan şiirlerin, aramızda kurduğu kontaktan kaynaklandığını kavrayacak konumda olmamakla beraber, mutluluktan göklere uçuyor ve coşkulu bir ruh hali içinde masanın başına oturup, bir şeyler yazmaya başlıyordum. Yazdıklarımı okuduktan sonra, kaleme aldıklarımın hiçbir şeye benzemeyen saçmalıklar olduğunu kavrayınca da,  kalemimle kağıtları yerlere saçıp, sessiz bir ağlama tutturuyordum”

-Annenizi biraz daha anlatın lütfen…

- Çiftçilikle uğraşan babamdan sonra annem köy işlerini üstlenir ve bu durum yörede “hanım ağa” olarak anılmasına yol açar.

Yıllar böylece akıp giderken biz üç kardeşin eğitimleri tamamlanır, hepimiz iş-güç sahibi olup evleniriz. Böylece onun sorumlulukları da bir nebze olsun azalır ve zaman buldukça en büyük hobisi olan yazma işine kendini verir.

Annemin,1950’li yıllardan itibaren babamın arazilerinin bulunduğu köye gidip gelmeleri, kırsalda yaşanmakta olan ilginç olaylara tanıklık edişi, özündeki yazarlık yeteneğini tetiklediğinden farkında olmadan mütemadiyen yazmaya başlar. İlk yapıtı olan “Berdel”, bu yazı denemeleri ve kırsaldaki yaşama ait birikimleri sonucunda ortaya çıkmıştır.

Editör: TE Bilişim