Siyasal iktidarların, siyaset ile ekonomi arasındaki ilişkinin belirgin aktörleri arasında olduğu malumdur. Tarihin her döneminde siyasal iktidar ekonomiye müdahale etmiştir ve bu uygulamalar Anthony Downs’un ifadesiyle iktidarın çıkarları doğrultusunda meşrulaştırılmıştır.

Türkiye’de de siyasal iktidar, ekonomi alanındaki yönetsel erklerini toplum nezdinde meşrulaştırma kaygısını sürekli taşımıştır. Modern devletin temel unsurları arasında olan idarenin faaliyetlerinin denetlenmesi,  söylemde vazgeçilmez bir saik olarak sergilenmiş olsa da iktidarın reel gündeminde bir türlü yer edinememiştir.  Dolayısıyla Türkiye toplumu ekonomik gidişat hususunda endişelerin arttığı bu süreçte çok fazla soruya hiç değilse kamusal mekanda cevap aramaktadır.

Mevcut iktidarın ekonomi üzerindeki etkisini incelemek adına geçmiş politikalardan günümüze gelen süreci mercek altına almak elzemdir.  Akademisyen Nesrin Nas’ın da değindiği gibi;  Ak parti’nin iktidara geldiği 2002 yılında dolar 1.5 TL idi. 2002 yılında Avrupa Birliği sürecinin devreye girmesive yapısal reformların etkisi ile yatırımcılarda bir güven ortamı meydana gelmiş ve kurda bir denge oluşmuştur.  Bu denge 2013 yılında bozulmaya başlamış ama 2017 Başkanlık Referandumunun  olduğu yıl dolar kuru 3,64 TL olmuştur. Bugün 2021 yılında 11,95TL dir. 2017 yılından 2021 yılına dayanan süreçte kurun bu denli değer kaybetmesine Başkanlık Rejimine geçişin yol açıp açmadığı düşünülmeye ve tartışılmaya açıktır.

İncelenmesi önemli bir diğer süreç, 2018 yılında Dünya genelinde yaşanılan Global mali krizdir. Global mali krizi öncesi, Türkiye’nin nefesi tıkanmakta iken 2018 yılında o krizin aşılması için piyasaların bol ve ucuz dolara boğulması ve o paradan Türkiye’ye oldukça yüklü miktarlarda kaynak girmesi sebebiyle 2008 yılında Erdoğan’ın dediği gibi ekonomide daralma olmuş ama Türkiye çabuk toparlanmıştır. Ama 2008 yılı, denge ve denetleme mekanizmalarının kısmen olduğu bir yıldı. 2019 yılına gelindiğinde siyasal anlamda denge ve denetleme mekanizmaları rafa kaldırılmış ve ekonomik gidişatta gelişmiş ülkeler pandeminin sonuçlarından vatandaşlarını koruyabilmek için geniş miktarda para akışı gerçekleştirmiştir. Türkiye 2019 yılında piyasalardaki bu bolluktan yararlanamamıştır çünkü İMF’nin bu süreçteki koşulu olan şeffaflık kaidesini kabul etmemiştir.  Bu paranın vatandaşlara harcandığına dair üç ayda bir rapor isteyen İMF karşısında Türkiye şeffaf olmayan ve hesap vermeyen bir yönetimi esas almış ve İMF’ye boyun eğmedik, kapısına gitmedik tarzında zenofobik söylemler geliştirmiştir. Olağanüstü süreçlerde iktidar tarafından inşaaedilen bu söylemler ve sebepleri uzunca tartışılmayı hak ettiğinden başka bir yazının konusudur. 

Son olarak,yatırımların hep fiziki yatırımlara dönük olduğu eleştirileri muhalif isimlerce çoğu kez dile getirildiği halde iktidar tarafından dikkate alınmadı ve toplumsal alanda meşrulaştırılmış bir biçimde hızlıca ilerledi. Birikim modeli olarak inşaat sektörününseçildiği bir ekonomide elbette sanayinin, nitelikli iş gücünün tükeneceği gerçeğiyle baş başa kalınacaktı. Tüm bu incelemelerden sonra amacım kriz gerilimine yol açan söylemler sıralamakdeğildir. Aksine mali krizin bu denli büyük olduğu, 1970’leri hatırlatan boyutta ticaretin durduğu, stokçuluğun baş gösterdiği, işsizliğin arttığıbir süreçte iktidar erkleri tarafından tekrarlanan zenofobik  söylemler, kurgulanan  islami kanaat ruhu,vb.  her türlü yanıltıcı politik resmin inandırıcılığını kaybettiğine dair fikrimi ve müsebbiplerin  incelenmesi gerektiğine dair öngörümü dile getirmektir.