“Bu gece pencereni açık bırak,

Çok uzaklardan mavi bir kuş uçurdum.

Biraz yorgun, biraz mağrur, biraz da ıslak,

Sen uyurken kulağına sevgimi fısıldayacak...”

     Seni hatırladıkça ve seni bulmak istedikçe lirik şarkılarda. Her ezgi senden bir parça fısıldardı bana umut senfonilerinde...

     Seni hatırlamak, seni kaybetmenin bir diğer adıydı. Yani yokluğunun ezikliğini yaşamaktı buram buram her defasında...

     Geleceğim bir gün, bekle!

     Kaybolduğun tüm kentleri adım adım gezeceğim. Anılarımdan dökülen yaprakları toplayarak ellerimle. Kederlerimi, özlemlerimi, sevgilerimi ve umutlarımı avuçlayıp, en olmadık bir zamanda kapını çalacağım. Belki annen açacak kapıyı yine, sen uykulu olacaksın. Beni tanımayacaksın. Kırmızı sakalıma bir acayip bakacaksın. Koyun kokulu elbiselerim sana tuhaf gelecek. Kara sevdaya tutulan saf delikanlı gelmeyecek aklına hiç... Sonra çimen gözlerinde kaybolacağım. Yavaş yavaş hatırlayacaksın beni. Hani yamalı işliği ile fakülte kantininde satranç oynadığın delikanlıyı. Hani Ağustos sıcaklığının akşam serinliğinde köprü altında saatlerce süren sohbetleri, o temiz, mert, yürekli dostlukları...

     Hatırlayacaksın sonra, sana kaval çaldığım zamanları Beyazıt’ta eski bir medresede. Hani mavi ışıklarını kentin üzerine bıraktığı saatlerde akşamın... Sirkeci’den kalkan gemi homurtularının sustuğu saatlerde... Hani ‘bitsin istemiyorum hiç’ dediğin akşamları...

     Sonra yağmurları hatırlayacaksın, beraber ıslandığımız. Sırılsıklam saçlarınla koştuğun sokakları... Sonra buğulu bakışlarımı, sevdamı. O masum bakışların gerisinde yatan gizemli sancıları. Ve üşüyen çıplak ağaçları ve semtimizin hırçın rüzgarlarını ve dudaklarımızdan düşmeyen hüzünlü şarkıları...

     Sonra bir kalemde eriyen satır satır mutlulukları... Boynu bükük çaresizlikleri. İlk yaz rüzgarları gibi kararsızlıkları. Çekingenlikleri. Bir sevdaya sahip çıkamamanın ağulu acılarını... Sonra paramparça uykuları, uykusuz geceleri...

     Belki de bunların hiçbirini hatırlamayacaksın.

     Bir apartmanın ikinci katında azıtan ülserinle savaşıyor olacaksın, acılı bir yalnızlık içinde. Yaşayıp yaşamadığımı düşüneceksin. Nerede olduğumu bilmemenin acısı kemirecek içini.  Belki de bana küfredeceksin... Sonra kalkıp pencereye yürüyeceksin. Karanlık sokaklara bakacaksın. Dışarıda hafifçe yağmur çiseliyor olacak.  İstanbul bir yandan uyuyor olacak bu saatte, bir yandan kuduruyor olacak... Karşı kaldırımda bir sarhoş sereserpe uzanacak parke taşlara... Bir fahişenin kahkahaları duyulacak uzaklardan... Sonra polis otoları geçecek hızla sokaklardan, bir cankurtaranın acı sireni dolduracak caddeleri. Hüzünlü bir ezgiyle inleyecek İstanbul. Sokağa bakarak İstanbul’u göreceksin, İstanbul seni görecek.

     Sonra kapatacaksın perdeyi, odanın karanlığına döneceksin. Yalnızlığın soğuk kollarına ... Miden daha çok ağrıyacak, yalnızlığınla başbaşa kaldıkça. Buzdolabını açacaksın, ‘talcid’ şurubunu içeceksin. O da fayda etmeyecek. Geceyi yine uykusuz geçireceksin...

     Kaçmak isteyeceksin tüm şehirlerden... Sen kaçmak isterken, ben kalabalık bulvarlarda seni arayacağım. Uğramadığım hiçbir çay bahçesi kalmayacak, hiçbir deniz kenarı, hiçbir balıkçı teknesi... Kapalıçarşı’dan çıkıp, sahaflarda Hilmi Amca’nın bir acı kahvesini içeceğim. Kitapları karıştıracağım vitrinlerde, kitap sayfalarında senin izini arayacağım. Senden bir iz bulmanın umudu, yaşama sevincim olacak. Fakat o sevinci hiç yaşayamayacağım...

     İşte sensiz bir İstanbul akşamı daha... Bütün hüzünler üstüme üstüme geliyor. Haliç’e araba farları vuruyor renk renk. Bu akşam işsiz adamların çaresizliği var içimde.  İşte Sirkeci’de yağmurlu bir akşam... Izgara balıkla kırmızı şarap içiyor gemiciler. İçimdeki fırtına dinmiyor. Bu akşam ay yok gökyüzünde... Bulutlar ağlamaklı. Ay ışığına şarkılar söylediğim geceler çok geride kaldı.  Tutkulu şiirler okuduğum geceler yok artık. Yağmur yağıyor bu gece... Ağaçlarla birlikte ıslanıyorum. Bu gece sanki tüm çiçekler ağlıyor çığlık çığlığa... Ve sen bu gece yasak tutkuların bilincindeki şiirler kadar güzelsin düşlerimde. Ve daha söylenmemiş şarkılardaki umutlanış kadar yücesin. Ve baharda yeni açmış goncaların pembeliği kadar göz alıcı. Ve bu gece daha yaşanmamış sevdaların yalımları var yüreğimde...

     Ve bu gece çok susadım gözlerindeki yalıma. Susadım yasaklar cennetinde saçlarını okşamaya, töreler kıskacında. Bu akşam bir güvercin gelse diyorum, bir güvercin gelip konsa, bir yeni evrenin penceresi açılsa yüreklerime...

     Sen uzaklarda mısın bu gece?

     Bu yağmur senin de saçlarına yağıyor mu? Gözlerinin rengini anımsayınca tüm yağmurlar yeşile çalıyor. Ve ben yeşil yağmurları içmek istiyorum bu gece. Sevmek, susamak mıdır senin de sözlüğünde?

     Martılar çoğaldı bu gece... Şiirler savuruyorum gökyüzüne, kelimelere üşüşüyor martı sürüleri... Yağmur da giderek çoğalıyor. Şimdi dağlarda yaldızını çoktan dökmüştür kelebekler. Zeytin dalları kurumuştur. Susmuştur akşam saatlerinde demlenen şarkılar. Ceylan postlarına diz çöken yaşlılar kim bilir kaçıncı uykulardadır.

     Sen uzaklarda mısın bu gece?

     Kan tutmuş uykularla sabahlıyorum. Çiçekler kurumuş bu kentin alanlarında. Karanfiller solmuş... Ellerim göğün mavisine uzanıyor. Bir çiçeğin yaprağına dokunur gibi okşuyor saçımı rüzgar. İçli bir senfoni gibi martı sesleri.

     Bu gece pencereni açık bırak ...

     Yağmur yağarken kuşlar sana sevgimi fısıldayacak...