Günlerce, gecelerce dolaştım. Yüreğimin kuytu köşelerine sığınmış bir limandı oysaki o yer. İçimi saran o korkuyla birlikte durmak bilmez uslanmak bilmez bir eda ile. Kaybolmuşluğun ötesinde duruyordu oysaki. Her seferinde ona ulaşmak için çabalayıp durdum. Bir sis, bir karartıydı önümde duran. Yetişmek için çabaladıkça karanlık dehlizlerde kayboluyordum. Hissedemediğim şey biraz ötemde duruyordu. Ona ulaşmaya çalıştıkça sonsuz derinliklere doğru sürükleniyordum. Karanlığın ufkundayım güneş çoktan battı. Her yer zifiri karanlığa mahkum. Benim hayatım ise sonu gelmemiş olan bir romandan ibaretti.

Gecenin karanlığında hayal ettiğim düşlerimde saklıydı geri kalmış hikayem. Gönlüm sandal içinde kendi kıyısına çekiyor kendini. Dilim kaybolmuş yutup durduğum cümlelerin aromalarında. Ellerim havasız kalmış gibi, kalemler kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyor peşinden. Gözlerim çıtırdıyor ateşinin üstünde. Yar dediğim nar çukuru, gençliğimle beslenen cadı gibi, benim süpürgem ile uçtu gitti. İşte vurulmuş yavru gibiyim, yavrusuna ağlayan anne gibiyim. Bağrımda sesimi imha ediyor anısı. Duvarlarım feryat figan. Aşk bozulmuş gün gibi. Bir yağmur, bir güneş. Tabiatımda kar üstünde çiçekler, çiçekler üstünde toprak… Benim gözlerimde bir karıncalanma var. Elimin ortasında cehennem bütün forsunu atıyor bana. Ne ağrıyan başımı tutabiliyorum ne de ağarmış kalbimi. Ben hayat senden bıktım dedikçe o alttan alıyor. Hoşuna mı gidiyor ne, hayat ben bıktıkça bana şımarıyor. Onun gözleri sıyırıp geçmiş beni. Oysa elmayı başıma değil, kalbime koymuştum. Anladım ki “aşk”çılığı kadar “nişan”cılığın da karavanaymış. Kaybetmeye korktuğum zamanlarda, satır aralarındaki ölümümsün şimdi.

Kalbim kâğıda yapışmış. Sökülmüş güneş gökyüzümde ve karanlık dikilmiş kör bir terzinin eliyle. Yetmiyorsun bak Sevgili…

Senden daha derin daha kalabalık içim. Övünme karşımda sokaklarında kaybolan niceleri için. Bak kırk yıllık ben derdimde kaybolmuşum. Kendimi çalmışım, kendimi söylemişim. Bir de kaybolmuşum ki… Ara da bulasın avuçlarında. Neymiş sendeki dolambaç, yutkunduğum bu sessizliğin yanında. Dur durak bilmez bir eda ile yoluma devam ediyorum. Hüznün ateşimi alevlendirir. Bilinmezliğin ötesinde bir diyara sürükleniyorum. Amansız bir hastalık benimkisi. Ne doktor fayda eder ne de hekim. Vücudun tümü hastalığa yakalanacağına kangren olmuş parçayı kesip atmak en iyisi.

Uzak diyarlarda bir yer var. Destanlarda hikayelerde yer edinmiş rüya gibi bir şehir. Arada görmeye gittiğim oluyor bazen. Orada manevi bir huzurun içinde buluyorum kendimi. Bu yer tarihte görülmemiş savaşlara tanıklık etmiş muazzam bir şehir. Tarihinde o yılların kokusu var. Binlerce ordu binlerce komutan bu şehri ele geçirmek için savaşıp durmuş. Bir de eski bir adı var tarihinin gizeminde saklı kalan. O şehrin ismi Konstantinopolis yani şimdiki adıyla İstanbul. Orada birbirinden farklı dinlerin tortusu var. Saklı kalmış gizemiyle keşfedilmeyi bekliyor. Oraya yerleşmek benim en büyük ümidim. Sulatan Ahmet Camisi’yle, Eyüp Sultan Camisi’yle, Ayasofya Camisi’yle Topkapı Sarayı’yla, Zeytinburnu Sahili’yle Beyoğlu İstiklal Caddesi ve Çamlıca Tepesi’yle huzurun ve maneviyatın bulunduğu harika bir yer. Oraya yaşadıklarımı unutmaya, unuttuklarımı yaşatmaya gideceğim. Çünkü asıl olmak istediğim yer orası. Eğer ben sana inansaydım, senin için savaşırdım!... Savaşsaydım mutlaka kazanırdım… Sen artık vazgeçtiklerim kadar özgürsün…