Hayatın en ilginç, en çelişkili yılları kuşkusuz 20’li yaşlar. Bir bakıyorsun, çocukluk ile yetişkinlik arasında sıkışmışsın. Kimileri nişan hazırlığında, kimileri mezuniyet telaşında…

Bir arkadaşın bebek bezi fiyatlarını araştırırken diğeri sabah 8 dersine yetişmeye çalışıyor.

Kimileri dünyayı gezerken kimileri ise hala otobüs duraklarında hayatının dönüm noktasının ne olduğunu düşünüyor.

20’lerde herkes farklı bir noktada, farklı bir hızda yol alıyor.

Kimisi iş hayatına erken atılmış, ay sonunu nasıl getireceğini düşünüyor.

Bir diğeri hâlâ ailesiyle yaşıyor, evdeki odasında çocukluğundan kalma oyuncaklara bakıyor.

Biri “acaba doğru insanla evleniyor muyum” kaygısıyla yüzleşirken, diğeri “hangi bölümden dikey geçiş yapabilirim” hesapları yapıyor.

Bu karmaşa, aslında 20’lerin özünü oluşturuyor.

Karmaşa içerisinde “Ben bir daha ne zaman bu yaşlarıma geleceğim ki?” düşüncesiyle hayatına yön veriyor 20’ler.

Hayatın yönünü belirleme baskısı ağır basarken başka sorular beliriyor kafada…

“Geç mi kaldım, yanlış mı yapıyorum, başkaları benden daha ileride mi?” soruları kafanın içinde yankılanıyor.

Oysa gerçekte herkesin zamanı, yolu, durakları birbirinden farklı.

25 yaşında evli ve çocuklu olmak da, 28 yaşında hâlâ öğrenci olmak da, 22 yaşında kendini hâlâ bir lise öğrencisi gibi hissetmek de gayet normal.

Belki de 20’lerin bize öğrettiği en önemli şey, zamanın tek bir doğrusu olmadığıdır.

Hayat çizgisi düz bir yol değil; kıvrımları, geri dönüşleri, ani duraklamaları olan bir rota.

Başkalarının hızına bakıp paniklemek yerine, kendi ritmini bulabilmek asıl mesele.

Çünkü 20’ler, çocukluktan tamamen kopmadan yetişkinliğe adım atabildiğin o eşsiz ara durak.

Bir yanın hâlâ heyecanlı bir genç, diğer yanın sorumluluklarla yüzleşen bir yetişkin.

Ve belki de en güzeli, hayatın bu iki rengini aynı anda taşıyabilmek.