Bu yazı,susturulmuş bir dilin ve bastırılmış bir hafızanın yeniden konuşma çabasına tanıklık ediyor. Mehmed Uzun’un edebiyatı, Kürt halkının bastırılmış sesini, yazının içinden yeniden kuran bir bilince dönüştürdü.
Bu metin, o bilincin yankısıdır: sessizliğin direnişe, dilin yurda, hatırlamanın varoluşa dönüştüğü bir eşikte duruyor.Bugün Kürtler artık tarihin sessizliğinde değil, tarihin sahnesindeler. Bu yazı, o dönüşün dilsel ve düşünsel izini sürüyor; hatırlamanın, var olmanın ve diliyle yeniden doğmanın hikâyesi olarak.
Mehmed Uzun’un edebiyatı, sessizliğin ortasında yükselen bir hafızadır. Onun romanlarında dil, yalnızca bir iletişim aracı değil; bir varoluş mekânı, bir hatırlama biçimidir. Her cümlesi, tarihin dışına itilmiş bir halkın varlığını yeniden kurma çabasıdır.
Kürtlerin tarihi uzun yıllar boyunca sürgün, bölünme ve sessizlikle örülmüştü. Fakat bu sessizlik, yenilginin değil, hazırlığın dönemiydi. Dil yasaklandığında, söz yeraltına indi; hikâyeler fısıltıya, fısıltılar belleğe dönüştü. Bugünse o bellek yeniden dile geldi.
Kürtler artık tarihin sessizliğinde değil, kendi sözleriyle tarihin sahnesindeler.
Uzun, bu yeniden doğuşun edebî mimarlarından biridir. Romanlarında yalnızca bir halkın değil, bir bilincin yeniden inşası vardır. O, dille kimliği, hafızayla geleceği buluşturdu.

Romanlarında bu bilincin sembolik sesi dengbêjBıro’dur. Dicle’nin Sesi’nin açılışında Bıro, okura şöyle seslenir: “Şimdi dinleyecekleriniz, unutulmuşların anlatısıdır. Şimdi duyacağınız ses, zamanında unutulmuş insanların sesi, kendisi de unutulmuş bir insanın sesidir.”
Bu çağrı hem okurla hem de tarihin karanlık sayfalarına gömülmüşlerle kurulan derin bir bağdır.
Uzun’un dünyasında sürgün bir kayıp değil, bir bilinç hâlidir. Romanlarının kahramanları, coğrafyanın uzağında değil, tarihin kenarında yaşar. Bu nedenle onun yazarlığı, sessizliğe karşı sözü, unutuluşa karşı hatırlamayı savunur. İsveç’teki yıllarında, Kürtçenin yasaklandığı bir dönemde yazdığı romanlar, bir halkın değil, bir hafızanın yeniden doğuşudur. Sürgün, onun için felaket değil, yeni bir varoluşun eşiğidir.
Bıro’nun haykırışı bu bilincin sesidir: “Anlatım onların anlatısı, sesim onların sesidir.”
Uzun’un metinlerinde anlatıcı artık bireysel değildir; topluluğun, yitiklerin ve suskunların sesine dönüşür.
“Benim vatanım dildir” derken Uzun, bir romantizm değil, bir hakikat dile getirir. Çünkü sürgün, bir yerden değil, dilden kopmamaktır. O, yasaklı bir dilin kelimelerinde halkının varlığını yeniden kurdu. Bu yalnızca bir yazarlık değil, bir vicdan pratiğidir: sözün, suskunluk karşısındaki direnişi.
Romanlarında tarih, coğrafya, acı ve umut aynı yerden konuşur: Dilden. Dil, hem geçmişin belleğini hem de geleceğin umudunu taşır. Bu yüzden onun edebiyatı, bireysel bir sanat değil, kolektif bir yeniden kuruluş hareketidir.
1980’ler sonrasında Avrupa’da gelişen Kürt sürgün edebiyatı kuşağının merkezinde yer alması da bu yüzden rastlantı değildir. Fırat Cewerî, TêmûrZinar, HesenêMetê gibi yazarlar kimliğin, dilin ve sürgünün sınırlarında dolaşırken, Uzun o sınırların içinde bir yurt kurdu.
Uzun’un en büyük başarısı, Kürt edebiyatını bir sanat alanı olmanın ötesine taşımış olmasıdır. O, “Kürt Aklı”nı yeniden inşa eden yazardır. Bu akıl, devleti olmayan bir halkın kültürel devletini kurma cesaretidir. Her romanında şu soru yankılanır: “Bir halk, tarih sahnesinden silinmek istenirken, kendini nasıl hatırlar?”
Yazar bu soruya kelimelerle yanıt verdi; hatırlamanın bir direniş, yazının bir vatan olduğunu gösterdi. Walter Benjamin’in söylediği gibi: “Her hatırlama, bir kurtuluş umudunu saklar.”
Uzun’un romanları, bu umudu diri tutmanın edebî biçimidir.
Bir yerde anlatıcısı yeniden söze girer: “Sesimin gerçeği, Dicle’nin gerçeğidir; devranların, şahsiyetlerin ve insanların olduğu gibi; tıpkı devir ve devranlar, insanlık ve insanlar gibi akıp duran Dicle’nin gerçeği.”
Bu söz, hatırlamanın coğrafyayla kurduğu bağı anlatır. Çünkü nehirler, halkların hafızasıdır. Sözü yenilgiye uğratmamak, varoluşun en derin direnişidir.
Uzun, yazıyla sürgünü yurt yaptı. Onun romanlarında acı da umut da aynı masada oturur. Çünkü o bilir ki sürgün yalnızca kopuş değildir, yeniden kuruluştur. Bir halkın hafızası dilinde yaşar; dil yaşadıkça halk ölmez.
Bugün Kürt halkı, Mehmed Uzun’un açtığı o edebî ve ahlaki yolu büyüterek, sessizliğin sınırlarını çoktan aşmıştır. Kürtler artık tarihin sessizliğinde değil, kendi sözleriyle tarihin sahnesindeler. Uzun’un dili, o sahnenin taşlarında yankılanan bir belleğe dönüşüyor.