“Be xamoşîtelet derya bûm, Le xûxaycîhanêazadbûm.” “Sessizliğinin tecellisinde deniz oldum, Dünyanın kargaşasından özgür oldum.”
Baba Tahirê Üryan
Gencin biri, bir gün Baba TahirêÜryan’ın divanını okudu. Üryan’ın dizeleri, farkında bile olmadığı hakikatin perdesini araladı; sözlerinin tınısı ruhuna işledi, sesi içinin derinliklerinde yankılandı. O an, şiirin sıradan birer sözcük olmadığını, insanın kalbine dokunan birer ateş olduğunu hissetti. İşte o anda şair olmaya karar verdi.
Kalemini eline aldı, defterine eğildi; mısralar peş peşe dizildi ama her biri Üryan’ın sözlerinin silik birer gölgesiydi. Yazdıkça fark etti ki, kelimeler kendi sesini değil, başkasının yansımasını taşıyordu. Bunun üzerine kalktı, şiiri öğrenmek için bir usta aramaya çıktı. Buldu da.
İlk ustasının yanına vardığında, usta ona kelimelerin ölçüsünü, ritmin gizli sırlarını öğretti. Şair adayı dikkatle dinledi, her öğrendiğini defterine not etti; yine de ruhunun susuzluğu dinmedi.
Sonra bir başka öğretmenin kapısını çaldı. Öğretmen, ona sözcüğün imgelerle kurduğu gizemli bağı, metaforun derin uğultusunu anlattı. Şair adayı yüzlerce mecaz öğrendi ama içindeki boşluk yine de dolmadı.
Bir ustadan diğerine gitti; memleketinin şairleriyle aynı dergâhta oturdu. Her yoldaşlıkta bir sır buldu, her derste bir tat aldı: kimi ahengi, kimi manayı, kimi sesi öğretti. Ama ustaların öğrettiği kalıp bilgilerin ötesine geçemiyordu. Yazdığı dizeler, başka şairlerin şiirlerinin solgun bir yankısı olarak defterinde durmaya devam ediyor, ders kitabı notları gibi, ruhuna işlemiyordu.
Yıllar geçiyor, artık bir yetişkin olan öğrencinin içindeki boşluk büyümeye devam ediyordu. Yurdu dar gelmeye başlayınca defterini kapatıp başka diyarlara doğru yola çıktı. Gittiği her yerde ustalar ona aynı soruyu sordular: “Kimin dergâhında konakladın?” O da ustalarının adlarını ve öğrendiklerini saydı. Bunun üzerine başlarını sallayıp, “Benden öğreneceğin bir şey yok,” dediler ama o yine de vazgeçmedi.
Bir gün, yıllardır kimseye ders vermeyen bir Üstat’ın adını duydu ve onun izini sürdü. Köy köy, şehir şehir sorarak, en sonunda Üstat’ın bir dağ başında, kalabalıktan uzakta inzivaya çekildiğini öğrendi. Dağın yolunu tuttu. Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı; yazın güneşi kavurdu, kışın karı omuzlarına indi. Bir sabah, güneş ilk ışıklarını doruğa vururken kendini taş kulübenin önünde buldu.
Üstat, uçurumun kenarında oturmuş, güneşi ve göğün derinliğini selamlıyordu. Şair adayı kapıda bekledi. Üstat eve dönüp onu görünce seslendi; sesi dağın yankısı gibiydi:
“Kapımda ne arıyorsun, buraya neden geldin?”
Şair adayı, yıllardır süren arayışını, öğrendiği tüm tekniklere rağmen kalbini yatıştıracak, ruhunu okşayacak bir dize yazamadığını anlattı ve ekledi:
“Şair olmak istiyorum. Çırağınız olmak için geldim.”
“Git kapımdan. Çırağa ihtiyacım yok. Başkasına öğretecek bir şeyim de yok” deyip kulübesine geçti. Ama o yerinden kımıldamadı. Etrafına bakınınca kulübenin karşısında bir köpek barınağının olduğunu fark etti. Köpek, başını dışarı uzatmış, meraklı gözlerle onu süzüyordu. Köpeğe yaklaştı; hayvan geri çekilmedi. Bir an birbirlerine baktılar. Yere oturdu. Köpek yanına gelip başını dizlerine koydu. Elini uzatıp köpeğin tüylerini okşadı.
Üstat, öğle vakti köpeğine yemek vermek için dışarıya çıktığında onu da gördü; bir kap da onun için bıraktı. Ertesi gün yemekle birlikte önüne buruşuk bir kâğıt fırlattı; üzerinde bir dize yazılıydı. Sonraki gün yine bir dize...
Gündüz güneşin, gece yıldızların ve dağın yalnızlığında sabırla bekledi. Her sabah gelen dizeleri okudu, ezberledi; her biri sanki ruhunun eksik bir parçasını tamamlıyordu. Bu durum günlerce, aylarca, mevsimlerce sürdü.
İlk aylar dizeler seher yeli gibi ruhuna serinlik taşıdı. Sonraları anlamlarını çözmeye, kelimeleri birer iplik gibi sökmeye koyuldu. Sonunda ise anlamaya çalışmayı bıraktı. Kalbinin derinlerine işlemesi için, dizeleri güneşin altında, gece rüzgârında tekrarladı; öyle ki, o dizeler artık kendi iç sesi, dağın soluğu, akşam rüzgârının fısıltısı oldu.
Böylece bin bir gün geçti. Bin birinci günün sabahı Üstat dışarı çıkmadı. Pencereden başını uzatıp onu çağırdı. “Gel” dedi. “Yıllardır önüne attığım dizeleri, kendi nefesinle oku.”
Çırak kalkıp pencerenin önüne oturdu. Derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı. İlk günden son güne kadar her dize, sırasını bozmadan, büyük bir nehrin akışı gibi dilinden döküldü. Üstat sessizce dinledi. Son dizenin ardından yüzünde derin, yorgun bir gülümseme belirdi. “İçeriye gel” dedi.
Çırak içeri girdiğinde, türlü yemeklerle donatılmış bir sofra buldu. Üç gün üç gece aynı sofrada sessizce oturdular. O sükûtta, kelimeler ağızdan değil, kalpten kalbe yayıldı.
Dördüncü günün sabahı Üstat onu uğurlamak için kapıya kadar geldi. Çırak kapıda durup mahcup gözlerle bakarak, “Üstat, artık şair oldum değil mi?” diye sordu.
Üstat hafif bir tebessümle başını salladı:
“Hayır, daha olmadın.”
Çırağın yüzü düştü, yüreği sıkıştı. “Hayatımı şiire adadım. Bin bir dizeyi kusursuz şekilde ezberledim. Bu yetmiyor mu?” dedi.
Üstat yanıtladı:
“Ezberlemek, suyun yüzünü okşamaktır; şiirse derinlerde doğar. Şimdi git ve bu bin bir dizeyi unut.”
Üstat’ın sözleri karşısında sessiz kaldı. Ne söyleyeceğini bilemedi; yalnızca başını eğdi. O an, dağın sessizliği her şeyden daha gürültülüydü.
Barınakta uyuklayan köpek ayaklanıp, yavaş adımlarla yanına geldi. Bir an durdu, gözlerini kaldırdı; sonra başını dizlerine hafifçe sürdü. O dokunuşta bir veda, bir kabulleniş vardı. Çırak elini uzattı, köpeğin başını okşadı.
Üstat arkasından kapıyı kapatınca, dağın eteklerinden yavaşça inmeye başladı. Sadık dostu, ardından uzun uzun uludu. Sabah rüzgârı etrafında dönüyor, Üstat’ın söylediği son sözleri taşıyıp yüzüne savuruyordu. Yürürken adımları toprağa değil, kendi gölgesine basıyor gibiydi.
Aşağıda, düz ovaya ilk adımını attığında Üstat’ın sesi yeniden çınladı:
“Söylenmemiş olana varmak mı istiyorsun?
Öyleyse, bildiklerini terk et”