Bir odasında kaldıkları volkanik kara gözenekli taşlardan yapılı avlulu evden, o taşların sırrını düşünmeden ve hiç merak etmeden çıkarlardı.
Birisi Dicle’yi geçip TıpFakültesi’ne, birisi Urfakapı’yı geçip Şehitlik’teki Hukuk Fakültesi’ne, birisi İstasyonu geçip Eğitim Fakültesi’ne giderdi.
Hiçbiri sabah çıktıkları evin yanık hikayelerle örülü inşasını bilmezdi. Geçtikleri kuçelerinne emeklerle, ne kavgalarla, ne aşklarla nakşedildiğini de bilmezdi.
Ve her bir taşında anlatılmak istenilen saklı hikayelerini okumazdı. Kentin tarihe bıraktıkları yaşanmışlıkları merak etmezdi. Kara taşların, binbir emekle, binbir neşeyle, binbir aşkla, binbir hastalıkla,insan teriyle nasıl dizildiğini, yaşam ve ölüm döngüsüyle nasıl örüldüğünü anlamazdı.
Yürürken aşındırdıkları tarihten bihaber gelecekte bir iş ve güzel bir hayat için acelece dersliklere koşarlardı. Onlar için tek gerçek şey başladıkları okulu bitirmekti.
Ne güneş tapınağından, ne semai dinlerin tümüne ibadet etmiş tarihi mekandan, ne çan kulesi kesilen kiliseden, ne dört ayaklı minarenin hikayesinden, ne yaşamın doğuşunu, gelişimini ve sonsuzluğa karışımını taşların nakşıyla anlatan, evlerinin yanı başında ki tarihi konaktan,kentin hiçbir eserinden bihaber öğrencilik yaparlardı.
Taklacı güvercinlerin neden bu kentin damlarında konakladıklarını ve havada birlikte raksettiklerinibilemezlerdi. Avlularda anıtlaşankaradutun efsanevi hikayesinden de bihaberlerdi.
Çünkü, bu kentin anlatılışı yasaktı.
Çünkü, bu kentin kitabeleri kayıptı.
Çünkü, bu kentin dili, sevdaları gibi yasaktı.
Çünkü, onlara sessizlik öğretilmişti.
Çünkü, kenti öğrenmek geri dönülmez bir sevdaya kapılmaktı.
Aslında onlar, bu kente sınav puanlarının yettiği fakülteye ürkek, titrek ve korkak adımlarla ve eve erken dönme ihtimalini göz önüne alarak gelmişlerdi.
Ama kent onları bağrına basmıştı. Kiraladıkları avlunun ahalisi onlara aile üyeleri gibi kucak açmıştı.
Ama onların sevgisini anlamamışlardı. Yanık taş evlerde, kuçelerde, düğünlerde, mevlitlerde Türkçeden başka bir dil ile karşılaştıklarında sağırları oynamışlardı. Taş duvarlı avlunun komşu odalarından her akşam çeşit çeşit yemek getiren çocuğun başka dille konuşmasını da duymamışlardı.
Çünkü, başka bir dil denilirken İngilizceyi, Fransızcayı, Almancayı hatırlarlardı.
Ama o dilden anlamanın, o dili bilmenin önemini, mecburi hizmette hastayla, mahkeme salonunda müvekkilleriyle, dersliklerde minnacık güleryüzlü çocuklarla karşılaşınca anlayacaklardı.
Yıllar sonra, bir iş sahibi olduktan sonra, o hayal kurdukları hayatı tökezleyerek kırıklıklarla yaşadıktan sonra, okudukları sokağı nostaljik amaçlı görmeye gelince anlayacaklardı.
Evet çok uzun yıllar sonra kente geliyorlardı. Belki sıradan bir ziyaretti onların gelişi. Ama gördükleri ve anladıkları sıradışıydı. Birbirlerine “Keşke bir gezi rehberine ihtiyaç duymadan kenti tanıyabilseydik” diyorlardı.
Ve her adım atışta “Öğrencilik dönemlerinde bu kenti neden yaşamamışız” diye hepsi birer birer içerleniyordu.
Hepsi birer birer durgundu. Ve hepsi birer birer bilinmez derin bir duyguyla yürüyordu.
Belki bu kenti anlasalardı, bu tarihi öğrenselerdi, karşılaştıkları afatı hissetselerdi, nasıl direndiklerini bilselerdi öğrenciliklerini yaşadıkları evi şimdi yerinde bulacaklardı.
Belki de tarihin yıkımını durduracak çabaya katkı sunarlardı.
Burada duvarların çığlığını duyacaklardı.
Burada ki yaşamın soluk alışını hissedeceklerdi.
Burada ki komşularının yaşamak için verdikleri direnişi omuzlayacaklardı.
Buraya“Yalnız değilsiniz” diyeceklerdi.
Şimdi, yaşadıkları o avlu, taşlarıyla, tulumbasıyla, hamamıyla, karadutuyla, güvercin taslarıyla, hikayeleriyle yok olmuştu.
Orada, bir dönem kendi yaşanmışlıkları da sırra kadem basmıştı. Yaşamlarının bir tarafı karanlık bile değildi, artık tamamen yoktu.
Ve şimdi o avlulu evin harabeleri üzerinde, o evleri taklit eden çakma yapılar vardı. Kimbilir bu çakma ve boş evler nelerin üzerine kondurulmuştu. Ne yaşamlar ve ne ölüler orada gizliydi.
Onların okul arkadaşı, bu kentin bir sakini ve yorgunu “Dokuz yıl sonra ilk defa sizin kent ziyaretiniz sayenizde buraya adım atma cesareti gösterebildim” diyordu.
Evet yıllar sonra bu kenti gecikerek, hüzünlenerek aslında içerlenerek öğreniyorlardı.
Sonra yüreklerine akan gözyaşlarıyla buradan, geniş bulvarlı, arada yeşil parklarıyla, avluları taklit eden çakma bahçeli siteleriyle, sonuçta betondaninşa yeni kente yolaldılar. Ama burasının oraya sağır kalışını hissettiler.
Ve oranın yıkım sesleri altında buranın inşasının çelişkisiyle yüzleştiler.
Belki hala yapacak bir şeyler var diyerek, eski kente, bin yılların tarihine, yaşanmışlıklara, bir dönemlik kendi hikayelerini okumak için geri döndüler.
Belki de bu kent için hala “Yapılacak bir şeyler vardır” diye düşündüler.
Çünkü bir ziyaretten daha fazlasıyla karşılaşmışlardı.