Geçtiğimiz günlerde Rojin Kabaiş için Diyarbakır’ın kalbi sayılan Sur’da sokak röportajı yaparken bir kez daha bu şehrin sessizliğini hissettim.

Tarihin, acının ve direncin üst üste bindiği bu dar sokaklarda mikrofon uzattığımızda çoğu insanın yüzündeki tereddüdü, gözlerindeki çekingenliği görmek zor değildi.
Kimisi “Ben konuşmayayım” diyerek uzaklaştı, kimisi ise konuşurken bile cümlelerinin ortasında nefesini tuttu.
Sanki yanlış bir kelime tüm yükü omzuna bindirecekmiş gibi.
O an düşündüm; ne olmuştu bize?
Sanki konuşmak bir lüks, fikir belirtmek bir risk haline gelmişti.
Oysa söz, insanın varlığının en saf hali değil miydi?
Sonra kalabalığın içinde Bodrum’dan gelen bir grupla karşılaştık.
Tamamen konuyla alakasız, sadece tesadüfen yollarımız kesişti.
Sohbetin yönü değişti, konu Diyarbakır turizmine aktı ama onların rahatlığı, kendinden emin halleri, açık sözlülüğü içimizi ısıttı.
Bir anda Sur’un taş sokaklarında kahkahalar yankılandı.
Ve fark ettim ki aradaki fark sadece kilometre değil, kültürdü.
Batı’daki insanlar, özellikle de turistik şehirlerde yaşayanlar, bir şekilde sohbet etmeyi, şakayı, anı paylaşmayı sürdürebilmişler.
Mizahın, iletişimin, insanca temasın gücünü hâlâ hatırlıyorlar.
Biz ise yıllar içinde kelimelerle aramıza duvar örmüşüz.
Belki korkudan, belki umutsuzluktan, belki de artık kimsenin dinlemediğine inanıyoruz.
Oysa Diyarbakır gibi bir şehir, sessizliğe hiç yakışmıyor.
Tarih boyunca şairlerin, dengbêjlerin, anlatıcıların, kahvelerde sabaha kadar süren sohbetlerin şehri olmuş burası.
Bugün Sur’un taşlarına sinen o suskunluk, aslında bir çağrıdır:
“Beni yeniden dinle, bana yeniden ses ver.”
Bodrum’dan gelen o küçük grup, bize unuttuğumuz bir şeyi hatırlattı.
Gülmenin, konuşmanın, paylaşmanın hâlâ mümkün olduğunu.
Ve belki de yeniden başlamanın, birbirimize “nasılsın?” demenin tam zamanıdır.