Sabah aynı saatte uyanıyoruz belki, aynı marketten ekmek alıyor, aynı otobüs durağında bekliyoruz.
Aynı parkta yürüyor, aynı hava sıcaklığına kızıyor, aynı zam haberlerine iç çekiyoruz.
Ama tüm bu ortaklıkların içinde, bazen bir milim bile kesişmeyen bambaşka hayatlar yaşıyoruz.
Aynı mekânlar, birbirine tamamen yabancı hikâyelerin sahnesi olabiliyor.
Mahallenin köşesindeki kahvede biri yıllardır iş arıyor, diğerinin sabah ilk işi borsaya bakmak. Aynı apartmanın bir katında yeni doğan bir bebeğin ağlama sesi yankılanırken, diğer katında birinin sessizce yaşlı annesini kaybetmenin yasını tuttuğu bir gün geçiyor.
Aynı fırının önünden geçen iki kişi; biri yarım ekmek alacak kadar parasıyla, diğeri glütensiz seçenek olup olmadığını sorarak giriyor içeri.
Hayatın adaletsizliğinden söz etmiyorum sadece.
Farklılıkların görünmezliği üzerine düşünüyorum.
Aynı şehirde yaşayıp da birbirini hiç anlamadan geçen kalabalıkların ortasında, gündelik hayatın içinde ne kadar az temas kurduğumuzu fark ediyorum.
Belki selam veriyoruz, ama gerçekten görmüyoruz birbirimizi.
Bir bankta oturan yaşlı adamın sessizliğinde kaç yılın yalnızlığı var?
Otobüste telefonuna gömülen genç kadın aslında nereye kaçıyor?
Belki de en acı olan, birbirimize bu kadar yakın olup da birbirimizin hikâyesinden bu kadar uzak olmamız.
Bazen yalnızca bir bakış, bir “Nasılsın?” bile duvarları yıkabilir.
Aynı mekânlarda yaşayıp da birbirine dokunmayan hayatları, küçük bir ilgiyle birbirine bağlayabiliriz.
Çünkü ne kadar farklı olsak da, hepimizin ortak bir yerlerde kırılmış bir tarafı var.
Ve belki de gerçek topluluk, aynı sokakta yürüyenlerin birbirini fark etmeye başladığı gün başlar.