Bizler dünyayı tanımlarken çoğu zaman gerçeği değil, kendi değer yargılarımızı merkeze alıyoruz. İyi–kötü, doğru–yanlış, haklı–haksız gibi ayrımlar; evrenin değil, insan zihninin ürünleri.

Evrenin bir ahlak terazisi yok. O, neyi “hak ettiğimizi” tartmaz, neyi “layık gördüğümüzü” sorgular. Sadece verilen sinyale karşılık verir. Tam da bu noktada, “istemek” kavramı üzerine yeniden düşünmek gerekiyor.

Çünkü istemek çoğu zaman eksiklik duygusuyla yapılır. Eksiklik ise evrene gönderilen en net mesajlardan biridir. “Bende yok”, “yetersizim”, “ulaşamıyorum” hissiyle kurulan her cümle, bu halin sürekliliğini besler.

Evren, niyetin kelimelerine değil, duygunun frekansına yanıt verir. İstediğiniz şey her neyse, ona zaten sahipmiş gibi bir duygu hâliyle yaklaştığınızda tablo değişir. Bu, hayalcilik ya da kendini kandırmak değildir; zihinsel bir konumlanmadır. Sahip olma bilinci, insanın davranışlarını, kararlarını ve hatta sabrını dönüştürür.

İnsan artık bekleyen değil, taşıyan olur. Taşıyan ise paniklemez, acele etmez, sürekli sorgulamaz. Toplum olarak en büyük yanılgılarımızdan biri de, evreni bizim ahlaki cetvelimizle ölçmeye çalışmamızdır. “Bu kadar çalıştım, neden olmadı?”, “Bunu gerçekten hak ediyordum” gibi cümleler, evrene yöneltilmiş bir itiraz gibidir. Oysa evren itiraz dinlemez; açıklama yapmaz.

Sadece karşılık verir. Belki de mesele, daha fazla istemek değil; isteme biçimimizi değiştirmektir. Değer yargılarımızı evrensel kurallar sanmaktan vazgeçtiğimizde, hayatla kurduğumuz ilişki de dönüşür. Kontrol etme çabası yerini uyuma, beklenti yerini güvene bırakır.

Evrenin bir yargısı yok. Ama bizim niyetimiz var, duygumuz var, tutumumuz var.

Ve çoğu zaman yanıt, tam da buradan geliyor.