Dün, Diyarbakır’ın simgelerinden On Gözlü Köprü’ye yolum düştü.

Şehrin tarihini, taşına sinmiş hikâyeleri ve Dicle’nin yüzyıllardır süregelen akışını bir kez daha görmeye niyetlenmiştim.

Fakat nehrin kıyısına indiğimde karşılaştığım manzara, o romantik hayalleri yerle bir etti.

Köprünün altından süzülen Dicle, bir zamanlar medeniyetlerin bereket kaynağıydı.

Şimdi ise rengi bulanmış, kokusu ağırlaşmış, üstünde plastik torbalar, pet şişeler, atık parçaları dolaşan bir su.

Hele bir noktada, şehrin atık sularıyla birleştiği yer…

O an anladım ki, bu sadece suyun değil, bizim de kirlenme hikâyemiz.

Dicle’yi kirletmek demek, sadece bir nehri değil; geçmişimizi, kültürümüzü ve geleceğimizi kirletmek demektir.

Çünkü nehirler, şehirlerin vicdanıdır.

Ve vicdanlar kirlenmeye başladığında, en eski taşlar bile temiz kalamaz.

Yetkililer yıllardır “çevre bilinci” diye konuşur, “sürdürülebilir şehir” diye planlar çizer.

Bu kavramlar alışık olduğumuz düzen içerisinde dönüp dolaşıyor.

Ama nehrin kıyısına bir adım atsalar, bu planların ne kadar kâğıt üzerinde kaldığını görecekler. Sorumluluk sadece belediyelere, kurumlara ait değil elbet.

O pet şişeyi suya atan el de, sigara izmaritini kıyıya bırakan ayak da bu hikâyenin parçası.

On Gözlü Köprü, hâlâ dimdik ayakta. Ama altından akan su, bize sessizce şunu fısıldıyor:

“Ben sizi binlerce yıl besledim. Peki siz beni neden bu kadar kolay zehirlediniz?”

Belki bu soruya bir gün gerçekten cevap veririz.

Ama önce durup, suyun aynasında kendi yüzümüze bakmamız gerekiyor.

Çünkü nehir, gerçekte kim olduğumuzu bize en net gösteren aynadır.