Hayatın gidişatı üzerine dün kıymet verdiğim biriyle derin bir konuşma gerçekleştirdik.

Konu basitti ama cevabı zorlayıcıydı: Planlı bir hayat mı daha anlamlıdır, yoksa anı yaşamak mı?

O, planlı bir hayatı savundu; ben ise içinde bulunduğum koşulların beni daha çok plansızlığa ittiğini anlattım.

Farklı perspektifler, aynı hayatın iki ayrı yüzünü gösterdi bana.

Planlı hayat, güven hissi verir.

Nereye gideceğini bilmek, atacağın adımları önceden hesaplamak, istikrarla örülmüş bir yaşamın anahtarı gibidir.

Belki de bu yüzden birçok kişi takvimlerle, hedef listeleriyle, beş yıllık planlarla yaşar.

Bu yaklaşım, bireye kontrol hissi sunar ve özellikle belirsizlikten korkanlar için konfor alanı yaratır.

Ancak hayat, her zaman planlara sadık kalmaz.

Ani bir hastalık, beklenmedik bir kayıp, sürpriz bir fırsat...

Hepsi o düzenli takvimi bir anda altüst edebilir.

İşte tam da bu noktada anı yaşamak, bir zorunluluktan fazlasına dönüşür: Bir yaşam pratiği haline gelir.

Koşullar bazen o kadar değişkendir ki, plan yapmak lüks olur.

Oysa anı yaşamak, elde olanla mutlu olma çabasıdır; imkânlara değil, var olana odaklanmaktır.

Benim savunduğum da tam olarak bu.

Her zaman plansız bir hayatı seçmiş değilim, sadece hayat bana bu yolu dayattı.

Belki de plansızlık, kendi içinde bir plan barındırıyordur.

Her güne yeni bir esneklik, her belirsizliğe yeni bir uyum yetisi…

Bu da bir beceridir, üstelik modern dünyanın “her şeyi kontrol et” baskısına karşı sessiz bir direniş.

Sonuçta ne tamamen planlı bir yaşam ne de tamamen spontane bir varoluş her zaman sürdürülebilir.

Belki de denge, bu iki yaklaşım arasında bir yerde gizlidir.

Çünkü insan, hem geleceği düşler hem bugünde yaşar.

Birimiz rotayı çizer, diğerimiz rüzgarı dinler.

Ama ikimiz de aynı denizdeyiz: Hayat denizinde.