Modern dünyada güç, yönetim biçimlerinin merkezinde yer alıyor.

Ancak gücü elinde bulunduran her figür, bir "lider" midir? Yoksa bazıları, bu gücü halkın iradesi yerine kendi çıkarı için mi kullanır?

İşte tam da bu noktada, liderlikle diktatörlük arasındaki çizgi belirginleşmeye başlar.

Lider; vizyon sahibidir, toplumu ileriye taşımak için ilham verir.

Kendisini halkın üzerine değil, halkın hizmetine koyar.

Diktatör ise çoğu zaman bir korku rejiminin ürünüdür.

Gücü elinde tutmak için baskıyı, sansürü ve ayrımcılığı bir yönetim aracı olarak kullanır. Liderlik, gönüllülükle; diktatörlük ise zorbalıkla ayakta durur.

Dünya tarihine baktığımızda Nelson Mandela, liderliğin en güçlü örneklerinden biridir.

Güney Afrika’da ırk ayrımcılığına karşı verdiği mücadele, 27 yıl süren bir hapis hayatına rağmen barışçıl bir gelecek hayalinden sapmadı.

Başkan olduğunda intikam değil, uzlaşı aradı.

Mandela'nın liderliği, halkın sesi olmayı başarmış bir rehberliği temsil eder.

Öte yandan Saddam Hüseyin örneği, diktatörlüğün karanlık yüzünü gözler önüne serer.

Irak’ta korku iklimi yaratarak muhalifleri susturdu, medya üzerinde tam kontrol sağladı ve gücünü bırakmamak adına milyonlarca insanın yaşamını etkileyen yıkıcı politikalara imza attı.

Onun yönetimi, fikir değil korku üzerine kuruluydu.

Peki fark nerede başlar?

Lider, eleştiriye açıktır.

Diktatör ise eleştiriyi tehdit olarak görür. Lider, yetkiyi devrederken diktatör merkezileştirir.

Lider, halkıyla birlikte yürürken diktatör halkını arkasında bırakır.

Bu farklar sadece soyut kavramlar değil, her bir toplumun kaderini belirleyen temel unsurlardır.

Bir ülkenin liderlik profili, sadece yöneticilerle değil, vatandaşların talepleriyle de şekillenir. Sorgulayan, bilgiye değer veren, özgürlüklerine sahip çıkan toplumlar liderlik geleneğini besler.

Aksi takdirde sessizlik, zamanla otoriterliği meşrulaştırır.

Unutmayalım ki Her güçlü figür lider değildir. Gerçek liderlik, sadece yönetenin değil, yönetilenin de özgür olduğu yerde başlar.