Diyarbakır son yıllarda yeniden değişen bir şehir. Bir yanda surların gölgesinde, yoksulluğun sarmalına sıkışmış bir hayat; diğer yanda kafelerin, butik otellerin, estetik kliniklerin parladığı yeni bir “şehirli” yaşam tarzı.

Bu iki ayrı hayat, aynı sokaklarda değil ama aynı şehirde akıyor.

Bazen aynı sokaklarda yürürken bile o farklılığın nasıl şekillendiğini görebiliyorsunuz.

Kılık kıyafetinden, konuşma biçiminden, alışveriş yaptığı yere kadar…

Ve bu manzara, sadece ekonomik değil, sosyal ve kültürel kırılmaların da habercisi.

Sur ilçesinin arka sokaklarında yaşayan çocukların gözlerinden okunuyor hayatın ağırlığı. Hem erken büyümüş hem hâlâ çocuk kalmışlar.

Sabahları işe, akşamları umuda gidiyorlar.

Birçok evde sıcak yemek yok, eğitim ise lüks bir hayal. Aileler asgari ücretin dahi altındaki düzensiz gelirlerle ayakta kalmaya çalışıyor.

Sosyal destek ağları eksik, belediyelerin kapasitesi sınırlı.

Öte yanda ise 75 Metrelik Yol civarında farklı bir Diyarbakır var.

Son model arabaların cirit attığı caddeler, zincir kahvecilerde buluşan gençler, avokadolu tostlar, dijital ajanslar, influencer ekonomisi…

Burada hayat, görece istikrarlı.

Fakat gerçek şu ki, bu refah kapsayıcı değil. Genişlemiyor, daha çok yukarıda sabitlenmiş gibi.

Bu uçurum sadece gelir eşitsizliğiyle açıklanamaz.

Aynı zamanda eğitim, sosyal ağlar, kültürel sermaye ve kent planlamasındaki ayrımcılığın sonucu.

Kimi semtler sistemli bir şekilde yatırım alırken, bazı mahalleler adeta haritadan silinmiş gibi kaderine terk ediliyor.

Bu da toplumsal aidiyet duygusunu zedeliyor. Bir şehirde eşit vatandaşlık hissi kaybolduğunda, beraber yaşama kültürü de darbe alıyor.

Makas farkı sadece ekonomik değil; kültürel, zihinsel ve ruhsal bir mesafe yaratıyor.

İnsanlar birbiriyle temas etmiyor, birbirini anlamıyor. Aynı şehirde iki farklı gerçeklik oluşuyor.

Bu durum, toplumsal barışı tehdit eden bir zemin hazırlıyor.