Şehirler sadece betonarme yapılar, yollar, köprüler ya da alışveriş merkezlerinden ibaret değildir.
Şehir, yaşayan bir hafızadır.
Her sokağı, her meydanı, her eski binası bir hikâye anlatır.
Tıpkı bir arşiv gibi, şehirler de zamanın tanığıdır; geçmişin izlerini geleceğe taşır.
Tarihi bir konakta, yıpranmış bir taş duvarda ya da yıkık bir sinema salonunun çatısında saklı kalan anılar, aslında o kentin belleğini oluşturur.
Modernleşme adına hızla dönüştürülen şehirler, bu belleği silme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Bir yapının yıkılması yalnızca fiziki bir yok oluş değil, aynı zamanda hafızanın kaybıdır.
Peki, şehir neden bir arşivdir?
Çünkü şehir, bireysel ve toplumsal hafızaların kesişim noktasıdır.
İnsanlar yaşadıkları yerlerle duygusal bağ kurar.
Çocukluğunun geçtiği sokaklar, ilk gençlik anılarının tanığı olan parklar, sevdiklerinin mezarının bulunduğu mezarlıklar…
Bunlar bireyin kimliğini şekillendirirken aynı zamanda kolektif hafızanın da parçalarıdır.
Ancak ne yazık ki bugün birçok şehirde, tarihsel katmanlar görünmez hâle geliyor.
Kentsel dönüşüm projeleri, hızlı yapılaşma ve plansızlık yüzünden şehirler bir “anımsama mekânı” olmaktan çıkıyor.
Beton, hafızayı örtüyor.
Şehir planlamacılarının, yerel yönetimlerin ve biz sakinlerin bu arşivsel değerin farkına varması gerekiyor.
Geçmişle bağ kurabilen şehirler, geleceğini daha sağlam temeller üzerine inşa eder.
Eskiyle yeninin birlikte yaşadığı bir kent dokusu, hem estetik hem de kültürel bir zenginlik sunar.
Bir zamanlar yaşanmışlık taşıyan o eski sinema salonunu hatırlıyor musunuz?
Belki orada ilk filminizi izlemiştiniz.
Ya da artık yerinde alışveriş merkezi yükselen o meydanda bir bayram sabahına uyanmıştınız…
İşte şehirler böyle hatırlatır bize kim olduğumuzu.
Unutmak istemiyorsak, şehirleri arşiv gibi korumak zorundayız.