6 Şubat sabahı hepimizi derinden sarsan depremde Diyarbakır’daydım. İlk deprem sonrası artçı sarsıntıların devam etmesi, hasar gören yapıları da yıkacağı korkusu herkeste vardı. Bu nedenle sokaklar panayır havasındaydı. Kimi parklarda, kimi araçlarında günlerce kaldı.

Ben de depremden sonra 4 gün boyunca kentte, çöken 6 binanın enkazlarında mekik dokudum diğer meslektaşlar gibi. Haberler, canlı yayınlar, hüzünler, heyecanlar ve tarifi zor hisler… Diyarbakır kaotikti.

Adıyaman’la ilgili çok kötü şeyler söyleniyordu. Şehir yok olmuş, insanlar enkaz altında yardım çığlıkları atıyor ve “yetkili kimse yok” diyorlardı. Diyarbakır’daki 3 günün sonunda, sırt çantamı hazırladım. Birkaç parça kıyafet, bir not defteri ve ilaç. Bir plan ve program dâhilinde değildi hiçbir şey. Adıyaman’a giden herhangi bir araçla o bölgeye gidecektim.

10 Şubat’ta Maraş’a gönüllü olarak giden eczacı arkadaşlar vardı. Beni de yol üstü Adıyaman’a bırakacaklarını söylediler. Bu haberi alınca ben Işık Apartmanı’ndaydım. Arkadaşların beni alacakları yere gittim. Saat 14:00’da yola çıktık. Yol boyunca konumuz depremdi. Herkes yaşadığı travmayı anlatıyordu. Yolda yardım tırları, pikaplar, dolmuşlar bizimle aynı istikamete yol alıyordu. Adıyaman’a yaklaştıkça şehri terk eden araçlar çoğalıyordu. Kentin girişine geldik.

O esnada kendimi ‘Piyanist’ filminin bir sahnesinde gibi hissettim. O anki gözlem ve hislerimi anlatmak gerçekten çok zor... Şehrin içine doğru yol aldıkça felaketin boyutu düşündüğümden ve söylenenden çok daha büyüktü. Yutkunamıyordum bile. Şehir adeta yok olmuştu. Adıyaman yerle bir olmuştu. Ana yolda bazı arama kurtarma çalışmaları vardı. Şehir toz duman içindeydi. İnsanlar enkazlara çaresizce bakıyordu. Bazıları evlerinin yanına derme çatma çadır kurmuştu. Park ve bahçelerde yatak sermişti bazıları.

Şehir merkezine doğru gittikçe yıkım çok daha büyüyordu. Yaşamım boyunca şahit olabileceğim en büyük felaketti. Diyarbakır’da enkaz başında arama kurtarma çalışması yapan yüzlerce insan vardı. Ama Adıyaman’da 4. Gün olmasına rağmen enkazlar öylece duruyordu. Durumu idrak edemiyordum. Yol almaya devam ettik. Edindiğim bilgilere göre gazeteciler cem evindeydi çoğunlukla. Tabi ben Adıyaman’a öncelikle bir gönüllü olarak gidiyordum. Sonra bir gazeteci olarak. Bir de depo vardı. HDP ve bazı sivil toplum kuruluşların koordinasyonunda. Depoda gelen yardım tırları boşaltılıyordu. Arkadaşlar beni oraya bıraktılar.

Depo Adıyaman’ın Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunuyordu. Söz konusu depoya gittim. Ve orada çok başka bir hava hakimdi. Onlarca genç, onlarca gönüllü karınca gibi oradan oraya koşuşturuyordu. Depoda tanıdık birkaç arkadaşla karşılaştım. Hemen işe koyuldum ben de. Orada herkes herkesi tanıyordu sanki. Gönüllülerin öyle bir enerjisi vardı ki. Büyük bir orman yangınından sonra tomurcuklanan ilk filiz gibiydiler. Çok güzellerdi. Deponun bir kısmını uyuyacakları alan yapmışlardı. Döşekler, battaniyeler, küçük sırt çantaları. O küçük sırt çantalarına kocaman umutlar koyup gelmişler. Gözleri mamur hepsinin ama bir o kadar da dinçti.