Yılın hangi mevsiminde olursa olsun, Muharrem ayı geldiğinde zaman sanki durur. Takvim yaprakları bir bir düşerken, kalplerde derin bir matem başlar. Bu matem, kuru bir yas, unutulmuş bir tarih değildir. Bu matem, insanlığın hafızasına kazınmış, adaletin ve direnişin susmayan çığlığıdır. Bir çölün bile yas tuttuğu bir an’dır.
Bir çöl düşün,
Kumları suskun, rüzgarı ağır
Gökyüzü yanık bir matemle kaplı,
Ve güneş, utancından bakamıyor toprağa.
Bir çöl düşün,
İçinde nehir
Ama susuzlara haram.
Çünkü karşı kıyıda zulmün sarhoşluğu,
Bu yakada ise susuz bir direniş var.
O çığlığın ve direnişin adıdır, Kerbela.
1345 yıl önce Güneş, Irak çöllerinde her zamanki gibi yakıcı. Ama o gün, gökyüzü bile mahzundu sanki. Çünkü bir yanda zulmün ordusu, diğer yanda hakikat için yola düşmüş bir avuç insan vardı. Peygamber torunu Hz. Hüseyin ve yanında ailesi ve çocukları ve sadık dostları ve sevenleri ve mazlumları birlikte Kerbela çölünde, Emevi halifesi Yezid’in zulmüne boyun eğmemiş, baskıya karşı direnmeyi seçtikleri için kıstırılmıştı. Ne su vardı ne sığınacak bir karış gölge. Ve fakat kalplerinde sarsılmaz bir inanç, dillerinde susmayan bir hakikat yankılanıyordu.
Ve o gün, Kerbela’da sadece bedenler toprağa düşmedi. İnsanlığın vicdanı da orada sınandı.
Muharrem ayı işte bu yüzden bir yas ayıdır. Ancak bu yas, yalnızca gözyaşlarıyla anlatılamaz. Zira Kerbela, ağlamakla değil anlamakla, hissetmekle ve ders almakla yücelir. Her vicdan sahibi insanın önünde eğilmesi gereken bir hakikat taşır içinde.
Kerbela, bir mezar değil, bir aynadır. Kimi o aynada zalimi görür, kimi sustuğu için suskunluğundan utanır. Kimi de Hüseyin olur, boyun eğmez hiçbir haksızlığa.
Kerbela.
Sadece bir yer değil,
Yahut bir savaş değil sadece,
Bu toprak, insanlığın vicdanında açılmış en derin yaradır.
Orada, bir gül vardı.
Adı Hüseyin.
Peygamber kokusunu taşıyan,
Adaleti susuzluğa tercih eden bir nebi torunu.
Bir damla suya, bir yudum rahata değil;
Onuru uğruna ölüme yürüyen bir çığlık.
Kerbela, yalnızca bir tarihsel olay olarak değil, bir duruş ve ahlaki pusuladır.
Hz. Hüseyin’in “Zulme boyun eğmeyen” tavrı, çağları aşan bir mesajdır. Ol mesaj, kimden gelirse gelsin haksızlığa karşı durmayı, haklı olanın yanında saf tutmayı, vicdanın sesini susturmamayı öğütler bize.
Kerbela, her dönemin ezberini bozan bir haykırıştır. Bu haykırışın yankısı hâlâ duyuluyorsa, demek ki Kerbela bitmemiştir.
Bitmeyecektir de belki…
Muharrem oruçları tutulur, aşureler pişirilir, ağıtlar yakılır. Hak katında kabul u makbul olsun. Ama asıl mesele, bir duruşla anmaktır Hüseyin’i.
O duruş, adaletin yanında, hakikatin izinde, vicdanın sesinde saklıdır.
Ve unutmayalım:
Kerbela, susanların değil, konuşanların, direnenlerin, öne çıkanların yazdığı bir destandır.
Ve kendi Kerbela’mızda hangi safta durduğumuzu soralım kendimize. Çünkü Kerbela, bir coğrafya değil, bir vicdan meselesidir.
Kerbela,
Yalnızca kılıçların konuştuğu bir meydan değil.
Kerbela,
Zulmün susturamadığı son söz,
Adaletin toprağa düşse bile yeşerdiği yerdir.
İşte ölümcül soru
Tarihin bize sorduğu
Zalimin yanında mısın, yoksa susanların mı?
Kerbela’ya ağıt yakmak kolay,
Ama Hüseyin olmak zordur.
O yüzden her yıl Muharrem gelir,
Ve her yıl biz yeniden sınanırız.
“Zalimlerle birlikte yaşamaktansa, şerefle ölmeyi tercih etmek.”
Ne büyük bir söz, ne büyük bir miras…