Kentte son aylarda art arda yaşanan şüpheli kadın ölümleri ve cinayetler, yalnızca adli olaylar olarak kalmıyor; en derin etkisini ailelerin gündelik yaşamında gösteriyor.
Artık kentte birçok aile için güven duygusu, yerini sürekli bir tedirginliğe bırakmış durumda.
Çocuklarını okula gönderen ebeveynlerin aklında “sağ salim dönecek mi” sorusu var.
Kadınların işe gidip gelme saatleri, akşam sokakta olma hali ya da toplu taşıma kullanımı bile ev içi endişenin başlıca gündemlerinden biri haline gelmiş durumda.
Yaşananlar aile düzenini doğrudan etkiliyor.
Ebeveynler daha korumacı, daha denetleyici bir tutum geliştiriyor.
Çocuklar sokakta eskisi kadar özgür oynayamıyor; parklar, mahalle araları “tehlikeli alan” gibi kodlanıyor.
Bu durum yalnızca fiziksel hareket alanını değil, çocukların özgüvenini ve sosyal gelişimini de sınırlıyor.
Aile içi sohbetlerde sürekli güvenlik konuşuluyor; dışarı çıkmadan önce yapılan tembihler, endişeli telefon aramaları, erken eve dön çağrıları olağan bir rutine dönüşüyor.
Kadınlar açısından bu korku çok daha ağır bir baskıya yol açıyor.
Çalışan kadınlar iş saatlerini kısaltmak, güvenli güzergâhlar seçmek ya da mümkünse iş değiştirmek zorunda kalıyor.
Bazıları ise tamamen çalışma hayatından uzaklaşmayı düşünmeye başlıyor.
Aile içinde “geç çıkma, yalnız kalma, karanlıkta yürüme” uyarıları, kadını kamusal yaşamdan yavaş yavaş geri çekiyor.
Güvenlik kaygısı, kadınların kazanılmış haklarını fiilen daraltan görünmez bir engel halini alıyor.
Tüm bu tabloyu ağırlaştıran en önemli etken ise cezasızlık algısı.
Yaşanan olaylara ilişkin adaletin yeterince hızlı ve etkili işletilmediğine dair inanç, toplumda “kimse güvende değil” duygusunu beslemeye başladı.
Aileler devletten koruma beklemek yerine kendi önlemlerini artırmaya yöneliyor.
Çocuklarını sokaktan çekiyor, kadınların hareket alanını daraltıyor, toplumsal yaşamdan geri durmayı tercih ediyor.
Sonuçta korku, güvenlik yerine geçiyor; çözüm kamusal politikalarda değil, bireysel kısıtlamalarda aranıyor.
Oysa bir şehir, ailelerin evlerine kapanmasıyla güvenli hale gelmez.
Kadınların daha az görünür olduğu, çocukların özgürce oynayamadığı, ebeveynlerin sürekli kaygı içinde yaşadığı bir kent, huzurlu değil; sessizdir.
Sessizlik ise güvenin değil, korkunun ürünüdür.
Bugün Diyarbakır’da yaşanan en büyük kayıp, yalnızca hayatını yitiren kadınlar değildir.
Aynı zamanda ailelerin geleceğe dair hissettiği güvenin yavaş yavaş aşınmasıdır.
Güven kaybolduğunda yalnız bireyler değil, toplumsal bağlar da zayıflar.
Ve korkunun evlere sızdığı bir şehirde, asıl mücadele suçla değil; normalleşmeye başlayan kaygıyla verilmek zorundadır.