En sade tanımıyla Cumhuriyet; “Ulusun, egemenliğini kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı devlet biçimi” olarak tanımlanır.
Kulağa hoş geliyor.
Aşınla, işinle, geleceğinle ve yaşam koşullarının düzeltilmesi ile alakalı sorunların ortadan kaldırılması ve daha müreffeh bir yaşam içinde olmak için kendi temsilcini seçiyorsun ve sorunların konuşulup çözüleceği “bir mekana” yolluyorsun. Yani parlamentoya.
Daha fazla demokrasinin, daha fazla özgürlüğün ve daha fazla huzurun kimseye zararının olmadığı zerrece itiraz edilmeyecek bir realite. ‘AMA’sız, BAKARIZ’sız, İLGİLENECEĞİM’siz’ cümleler kurulması, Cumhuriyet’in ruhunun en naif halidir.
Medeni dünyada artık konuşulması bile ayıp sayılacak birçok konu hakkında, bizler hala “deli divaneler” gibi tartışıyoruz. Tartışmakla kalmıyor, sürekli “tehlikeli sular” yaratıyor ve bolca “kırmızı çizgiler” yerleştiriyoruz ömrümüze.
İnsan ömrünün ortalama 80-90 yıl olduğu coğrafyamızda sorunları tespit etmek bile bir ömür sürüyor.
Var sayalım ki sorunlar tespit edildi, bu defa da “hassasiyetler, kırmızı çizgiler, korkular ve kaygılar” başlar sahneye çıkmaya. O zaman da istenilen medeni düzeye gelebilmek, ötelendikçe ötelenir.
Ülkemizde, o “belirli süreler için seçtiklerimize” ulaşmak neredeyse imkansız. Onların iletişim bilgilerini bulmak mümkün değil. Temsilcilerimizin danışman ve bürokratları onlardan daha havalı ve daha ulaşılmaz konumda seyrediyorlar alemi. Diyelim ki onlara da yetiştik ama tıpkı “sistem yok kardeşim” genel geçer mazereti gibi bir duruma çarpıyor suratımız.
Şansımız varsa, bir taziyede bir düğünde ya da bir açılışta denk geliriz o “yetki verdiğimiz” temsilcilerimize. Ama öyle durumlarda da genelde etrafları ya korumalarla ya da kendilerine yakın kişilerce işgal halindedir.
Oysa yanlarına yaklaşıp Cumhuriyet’in anlamını hatırlatmak isteriz genelde.
Yolumuz eksik, okullarımızda okul, hastanelerimizde doktor yoktur. Ya da biraz daha demokrasi daha fazla özgürlük olsun diyeceğiz. Ama bunları genelde ya kendimize söylüyoruz ya da rüzgara.
Sonra bir seçim daha geliyor, dünyanın en şirin ve en candan insanları gibi gelip gönlümüzün kapılarını çalıp içeri girmeye çalışırlar. Biz yurttaşlar naif insanlarız. Açarız kapımızı herkese ve de buyur ederiz soframızın başına.
Bilmem kaç yıldır duyduklarımızı tekrar duyarız. Yer yer namus şeref sözü duyarız. Benim ilk adresim sizin gönlünüzdür diyenleri Ankara sınırlarının dışında görenlere aşk olsun.
Tabi bizi temsil etme görevi verdiklerimizin bizden çok daha iyi yaşam koşulları içinde olduklarını konuşmuyorum bile.
Bizden daha fazla maaş aldıklarını, bizden daha iyi evlerde yaşadıklarını, Meclis lokantasında daha ucuza yemek yediklerini, elde ettikleri avantajları ömürlerinin sonuna kadar kullanabildiklerini, birinci derece akrabalarının da bunlardan yararlandıklarını, sağlık konusunda sıfır masraflı bir yaşamları olduğunu söylemiyorum.
Ama, bu çarpıklıkları dillendiren onları “seçenlerin” her an bir mahkeme daveti ile karşılaşabileceklerini söylemek gerekiyor.
Sağlıkta, eğitimde, demokraside, özgürlükte ve hukukun üstünlüğünde daha fazla talepte bulunanların karşılaşabildikleri gibi.
Cumhuriyet son derece güzel bir yönetim şeklidir.
Muassır medeniyetler seviyesine çıkmayı sağlayan bir yönetim şekli.
Daha fazla demokrasi ve hukuk ile buluşursa, değmeyin keyfine.