Yazar ve hekim arkadaşım Nilüfer Benal ile geçen yaz İstanbul’da, ‘Oyunbozan’ romanı sonrası ilk olarak, çalıştığı hastanede buluşmuştuk.
O zaman ortak arkadaşlarımızdan biri, meslektaşımız, güzel insan Özgür Devrim Kılıç, meğerse orada kanser ile savaşıyormuş. Aslında ikimiz de ortak arkadaşımız olduğundan bihaberdik. Nilüfer’in geçen ay sosyal medyada onunla ilgili veda paylaşımı sonrası öğrenmiş oldum. Keşke laf lafı açtığında, lafların biri Özgür’e denk gelseydi ve orada onu görebilseydim. Kanserle savaşında ona Nilüfer gibi yoldaş olabilseydim.
Ama Nilüfer Özgür’ ü tanıdığımı nereden bilsin?
Aslında bu kadar fazla tanıdığımızın olduğunu nereden bilsin?
Tanınmayan bir kimlikle doğduktan sonra, onca kimlikle zoraki tanışıklığımızı, onca insana, onca yaşama, sıra dışı olağanüstü dönemlerin sanığı ve tanığı olduğumuzu kim neden ve belki niçin bilecek?
Belki bu yüzden yazıyoruz. Ne kadar edebiyat desek de, sağlıkla ve hekimlikle ilgili yazmaktan kaçamayışımızın nedeni, doğup da büyüyemediğimiz, bir yasımızı yaşamadan, başka bir yası daha kaçırdığımız, ayrılığın ve sonsuz ayrılığın hiç bitmeyeceği ve de hala içinde emeklediğimiz coğrafyadandır.
Arşivimi taradığımda maalesef onunla ortak bir resim bulamadım. Belki bir yerlerde vardır. Fotoğrafları olmasa da 1999 ve 2002 arası ortak anılarımız var. 2001 yılında aynı binada komşuluğumuz var.
Gerçekleştirmediğimiz ama çabasını harcadığımız ortak hayallerimiz var.
Özgür ile tanışıklığım 1999 yılında İstanbul Tabip Odası Hekim Forumu Dergisi’ne uzanıyor. Hekime forumu içeriğiyle sadece İstanbul değil, ülkenin hekim camiasının ve edebiyat çevrelerinin dikkatini çeken bir dergiydi. Hekimlik mesleğini, sosyal ve kültürel dünya ile buluşturan, aktüel bir bilim ve mücadele dergisiydi. İkimizi de ayrı ayrı çeken bir albenisi vardı.
Tüm Sağlık Sen döneminde birlikte fiili meşru sendikal mücadele verdiğim arkadaşım Muhammed Can beni sürekli toplantılara çağırıyordu. O toplantıların birinde onunla tanıştım. Derginin o dönem yayın kurulu ikimizi, aynı emeği verdiğimiz halde yayın kuruluna değil katkıda bulunanlara yazınca Özgür tepki göstermiş, adını sildirmişti.
Kürtler açısından zor yıl olan 1999 ve sonrasında Kürt olmayan bir hekim olarak HADEP Üsküdar ilçe yönetiminde yer alıyordu. Kürt meselesinde onca laf edip şovenizmden kurtulamayanlara belki de ne yapılması gereğini o zamandan gösteriyordu. Sonradan kapatılacak olan HADEP Üsküdar ilçe yönetimine özel sektörde çalışan bir hekim olarak dayanışmanın ne olduğunu bu pratiği ile gösteriyordu. Elbette sorunlarla karşılaşıyor ve sıkıntılar çekiyordu. Ama doğru bildiğinden ve ilkelerinden asla şaşmıyordu.
O yıllarda İstanbul boşaltılan ve yakılan köylerden yoğun bir göç alıyordu. Özel sektörde çalışan biri olarak hiçbir güvencesi olmayanlara en azından sağlık alanında destek olmaya çalışıyordu. Bu anlamda görmek isteyene önemli bir miras bırakıyordu.
O dönem ilk romanıma hem heyecan hem ürkeklikle başladığım bir dönemdi. Kimseye gösteremediğim notlarımı Özgür ile rahatlıkla paylaşıyordum. Hem ilk okuyucum ve ilk editörümdü. Üst komşumdu. Onun penceresi boğazı görüyordu. Benim pencerem ise o dönem özgünlüğünü kısmen korumuş Çamlıca tepesini görüyordu. Karşılıklı manzara değişimi yapıyorduk. Aslında çokça yazmak istiyordu. Ancak günlük koşuşturması çok fazlaydı. Parti yönetiminde olduğu için çok sorunla karşılaşıyordu. Özel klinik sahibi olmanın yüklediği onca sorunla baş etmeye çalışıyordu. Kendisini o alanda buluvermişti. Kamuya dönmeyi düşünmüyordu. Zaman onun için az geliyordu. Geceleri uykunuz kaçar ve ilginç projeler geliştirirdik. Şimdi içindekini yazamadığı için, ardından sitem ediyorum.
2002’de aldığım bir kararla Çamlıca’yı terk edip Balat’a geri döndüm. 112 ambulans hekimi olarak iş hayatıma devam ettim. Özgür, özel sektörde kendi doğrularıyla çalışmaya devam ediyordu. Birkaç defa ziyaretine gittim. Daha fazla işine odaklanmıştı. Yollarımız biraz ayrılmış gibiydi. En son klinikte birbirimize sitem dolu gözlerle vedalaşmıştık. Tabip Odası’nda farklı komisyonlar da çalışıyorduk. Ancak seçim dönemi selamlaşmaları dışında görüşemiyordu.
Demek ki görüşmek gerekiyormuş.
Belki pusudaki hayatın canlarımızı alan sürprizlerine inanmak gerekiyormuş. Belki de birbirimize ihtiyacımızı birbirimizden esirgememiz gerekiyormuş.
Yoksa bir tanıdığımızı böylece yitirdiğimizi öğrenmiş oluyoruz.
Sonrasında Diyarbakır’a geri dönmeye karar verdim. Doksan üçte OHAL Valiliği tarafından Diyarbakır’dan bölge dışına sürgün edilmiştim. İki binli yıllarda OHAL kaldırılmıştı. Bir gün döneceğim diye ilk fırsatta Diyarbakır’a gittim. Dönerken İstanbul’dan kopmam demiştim. Ancak öyle olmadı. TTB genel kurulları, Ankara eylemleri ve birkaç fuar dışında İstanbul’a gidemez olmuştum.
Maalesef Özgür de artık görüşemediğim, yaşamlarından bilgi alamadığım yıllarca görüşemediğim, hastalıklarından bihaber olduğum arkadaşlarımdan biriydi. Elbette “Çığ Düş’tü” romanının da onun kokusu vardı. Ancak bir araya gelip iki çift lafın belini kıramadık. Anılarımızı konuşamadık.
Belki Özgür’de Nilüfer’in “Oyunbozan” romanındaki oyunbozanlardan biriydi.
Nilüfer’in paylaşımı dört temmuz tarihliydi. Otuz yıl önce yine bir dört temmuz gecesinde gözaltına alınan, sonra alınmadı denilen, ortadan kaybolan Recai Aydın’ı da anımsadım. Yası tutulmadı. Bir mezarı yok. O, bu dünyada bir oyunbozan olarak sadece hak ihlalleri raporunda yer alıyor.
Bir kez daha saygıyla anıyorum.
En azından gidemesem de Özgür için cenaze töreni yapıldı. Ve kaçırsam da yası tutuldu diye teselli buldum.
Roman dışı oyunbozanlar bir bir giderken Nilüfer’e ve onca insanın yaşam macerasına tanık olan kalemşörlere galiba daha çok yazmak düşüyor.
Ruhun şad olsun. Hoşça kal Özgür. Anılarımız da yaşayacaksın.