Günaydın Türkiye. Günaydın sevgili okurlarım. Ben yazmaktan bıkmayacağım. Ta ki yerel basın, Sivil Toplum Örgütleri, isimlerinin başına Diyarbakır adını koyarak piyasada dolaşan dernekler akıllarını başlarına toplayıp Diyarbekir’ime sahip çıkana kadar gezip gördüklerimi yazacağım.
Ve yazıyorum;
Diyarbakır, binlerce yıllık bir tarihin ağır yükünü sırtında taşıyan bir şehir. Ne var ki bu kadim şehir, en çok da sahipsizliğiyle konuşuluyor. Taşların hafızası var, surların dili var; ama bu kente sahip çıkan bir irade var mı, işte orası meçhul.
Bence yok!
UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş surlarımızdan söz ediyoruz. Dünyada Çin Seddi’nden sonra en uzun savunma hattına sahip olan bir şehirden… Bu devasa miras, turizmin lokomotifi olması gerekirken, hâlâ yeterince değerlendirilemiyor. Tanıtımı yetersiz, restorasyonları tartışmalı, zaman kaderine terk edilmiş ve yeterince korunmaz bir halde. Bir dünya mirasını böyle mi geleceğe taşıyacağız?
Hadi söyleyin.
Hewsel Bahçeleri…
Binlerce yıldır Dicle’nin bereketini Diyarbakır’a sunan bu eşsiz alan, bugün modern yapılaşmanın, plansızlığın ve ilgisizliğin kıskacında. Bu bereketli topraklarda ekolojik bir hazine duruyor; ama yönetenlerin dikkatini çekmek için adeta haykırmak zorunda kalıyor.
Dicle Üniversitesinin kurumsal kimliği dışında, kendi inisiyatifleriyle ses yükselten akademisyenler ve hocalar haricinde pek haykıran da yok.
Oysa bu bahçeler birçok ülkede olsa, ulusal gurur kaynağı olarak korunur, turizmin merkezine yerleştirilirdi.
Ulu Camii, Sülüklü Han, hanlar, kiliseler, köprüler… Bunlar sıradan bir şehrin değil; bir kültür başkentinin simgeleri. Ama bugünkü tabloya bakınca bu değerlerin ağırlığını kavrayacak bir vizyon göremiyoruz.
Özellikle Diyarbakır surlarının o bildiğimiz kalkan balığını andıran şeklini de çok kullanamıyoruz. Bir kadının boynunda ışıldayan değerli taşlar gibi, kalkan balığı şekli şehre elegant bir görünüm sağlayabilir. Ama bunun için öncelikle surların gece de görünür olmasını sağlamak için ışıklandırmak gerekir. Ayrıca ışıklandırma meselesi lüks değil zorunluluktur; çünkü hava karardıktan sonra surların silueti kayboluyor ve görünür olmaktan çıkıyor. Bu karanlık beraberinde güvenlik sorunu da getiriyor. Belli bir saatten sonra surlara yaklaşmanın riski de ayrı bir konu.
Turist geliyor mu? Evet geliyor. Ama gelen turist de çoğu zaman şehrin potansiyelinin ancak küçük bir kısmını görebiliyor. Çünkü tanıtım doğru değil, ulaşım zayıf, yatırım yetersiz ve yukarıda dediğim gibi ışıklandırma yetersiz. Bir de şöyle bir tezat var. Şehrin modern yüzü olan Diclekent ışıl ışıl iken, tarihi doku üzerine, akşam oldu mu tam anlamıyla karanlık çöküyor.
Yol yok!
Daha acısı şu: Diyarbakır sadece tarihini değil, geleceğini de kaybediyor. Yeni keşfedilen Zerzevan Kalesi ve Mithras Tapınağı, dünya basınının ilgisini çekerken biz hâlâ bu fırsatları nasıl değerlendireceğimizi tartışamıyoruz bile. Şehir kendi potansiyelinin gerisinde bırakılıyor; hem de bile isteye…
Oysa Diyarbakır’ın turizmde yükseleceği gün, sadece ekonomik kazancın değil, önyargıların da kırılacağı gün olacak. Bu şehir anlatıldıkça değil, sahip çıkıldıkça değerlenir. Ama ne yazık ki yıllardır gördüğümüz şey, sahip çıkmak yerine ihmal etmek.
Ekonomik büyümenin birinci şartı, güçlü bir ulaşım alt yapısıdır. Karayolu taşımacılığı da aktarmasız, güvenli, esnek, hızlı ve kolay ulaşımın vazgeçilmezidir.
Bizde var mı?
Yok.
Evet, Diyarbakır’ın tarihi büyük. Ama sorun şu: Bu büyüklüğü koruyacak ve geleceğe taşıyacak bir irade var mı? Yoksa bu kadim şehir yine kendi kaderine mi terk edilecek?
Görülen o…
Yalan mı?
&
Kirveme öğütler;
Kirvem şu unutulmamalı, uzun süre mağdur olan, masum kalamaz.
&
Gelelim “Dilimde tüy bitinceye kadar” yazacaklarıma;
“Diyarbekir 5 Nolu Cezaevi, MÜZEYE dönüştürülsün.”
“SUR İÇİ; DÜNYANIN EN BÜYÜK AÇIK HAVA MÜZESİ OLSUN.”
“Sur İlçesinin adı “ESKİ DİYARBEKİR” olsun.”
“ŞEHRİN STADI, ŞEHRİN ÖZGÜRLÜK MEYDANI OLSUN.”
Daha da önemlisi;
YAKIP YIKILAN BÖLGELERDE EVLER, ASLINA UYGU VE DİYARBEKİR EVLERİNE YAKIŞIR BİR BİÇİMDE YAPILSIN.
İyi bir hafta geçirmeniz dileğiyle.
Dostça kalın.