Yılın bir gecesi vardır ki karanlık, zamandan daha ağır akar. Takvimler 21 Aralık’ı gösterdiğinde, gece biraz daha derinleşir, gündüz ise sessizce geri çekilir.

‘En uzun gece’ diye tanımlarız biz de.

Ama bu tanım, yalnızca saatlerle ölçülen bir gerçeği anlatır. Oysa bu gece, insanın iç dünyasına dokunan çok daha derin bir anlam taşır. Bilim, en uzun gecenin nedenini açıkça söyler. Dünya’nın eğik duruşu, Güneş’i bizden bir adım daha uzaklaştırır. Işık kısalır, gölgeler uzar.

Fakat doğa, hiçbir şeyi boşuna yapmaz. Karanlığın en yoğun olduğu bu an, aynı zamanda ışığın geri dönmeye karar verdiği andır. 21 Aralık’tan sonra günler uzamaya başlar. Yani karanlık, zirveye ulaştığı yerde gerilemeye mahkûmdur aynı zamanda. Belki de bu yüzden insanlık, yüzyıllar boyunca en uzun geceye yalnızca gökyüzüyle değil, kalbiyle de bakmıştır. Ateşler yakılmış, dualar edilmiş, yeni başlangıçlar düşlenmiştir. Çünkü insan bilir; umut, en çok karanlıkta anlam kazanır. Aydınlık zaten kendini anlatır.

Asıl mesele, karanlığın içinden ışığı görebilmektir.

Bugün betonlar arasında, yapay ışıkların altında yaşarken gecenin gerçekten ne kadar uzun olduğunu fark etmeyebiliriz. Ama en uzun gece hâlâ aynı soruyu fısıldar: ‘Sen, karanlıkla ne yapıyorsun?’ Kaçtığın bir gölge mi, yoksa seni büyüten bir bekleyiş mi? Hayat da bazen böyle değil midir? En zor anlar, çoğu zaman dönüşümün eşiğidir.

Bu yüzden en uzun gece, yalnızca kışın başlangıcı değildir. Sabretmenin, durmanın ve yeniden doğmaya hazırlanmanın simgesidir. Karanlık uzadıkça insan şunu öğrenir; ‘Işık acele etmez ama mutlaka gelir’.

Ve bazen bir gecenin bu kadar uzun olmasının tek nedeni, sabaha daha güçlü ulaşabilmektir.